HİTCHCOOK’A GÖRE OYUNCU

A. Hitchcock 1941 yılında “Mr. And Mrs. Smith” isimli bir film yapar. Boşandıktan sonra, sürekli birbiriyle karşılaşan bir çiftin hikayesinin anlatıldığı bir Amerikan komedisi. Çekimin ilk günü sete giden Hitchook’u beklenmedik bir sahne karşılar: Sete üç bölmeli bir ahır kurulmuştur ve her bölmede küçük ve canlı birer dana vardır. Danaların boynuna asılmış halkaların üzerinde ise üç isim yazıyor: “Carole Lombard, Robert Montgomery ve Gene Raymond.” Filmin üç oyuncusu yani. Oyuncular, Hitchcock’un Hollyvwood’a gelmeden önce, oyuncular hakkında daha önce söylediği “bütün aktörler sığırdır” sözlerine, kendilerince böyle tepki vermişlerdir.

Hitchcock’un sert tavrına karşılık, Kieslowski, “dürüst olmam gerekirse oyuncuları çok seviyorum. Kendi görüşlerini, duygularını ve dünyaya karşı tavırlarını da beraberlerinde getiriyorlar. Ben de bunu kullanıyorum. Bunun için onları çok seviyorum” diyebilmiştir.

KENDİ OLMAK

Yıl 1965. Tarkovski, Moskova’da Andronnikov Manastırı’nda “Andrei Rublev” filmini çekiyor. Sete ara verilmiş, yeni bir sahnenin hazırlığı yapılıyor. Bu sırada Tarkovski ile röportaj yapmaya çalışan gazetecinin aldığı notlar ilginç: “….Bir sahnenin çekilme vakti geliyor ve sette her zaman olduğu gibi bir kargaşa havası esiyor. Etrafta süren telaştan kaçan uzun, ince bir keşiş, bulunduğumuz otobüse girip bir köşeye sessizce oturuyor. Filmin baş karakteri Rublev’i canlandıran Sverdlovlu aktör Anatoli Solonitsin bu!…”

Tarkovski ve Konchalovsky, 1962 yılından başlayarak “Andrei Rublev” in senaryosu için iki yıldan fazla çalışırlar. 1964 yılında onaylanan senaryo “İskusstvo Kino” dergisinde yayımlanmış; sinemacılar, eleştirmenler ve okuyucular arasında tartışılmaya başlanmıştır.
Bir taşra tiyatrosunda küçük roller oynayan ve sanat çevrelerinde adı hiç bilinmeyen Anatoli Solonitsin, senaryoyu okuduktan sonra, yol parasını kendi cebinden ödeyerek Moskova’ya gelir. Mosfilm’de Tarkovski’yi bulur. O’na şaşırtıcı bir cesaretle “Rublev rolünü kendinden başka hiç kimsenin oynayamayacağını” söyler.

Tarkovski uygun oyuncuyu bulduğunu anlamıştır. Karşısındaki kişi; fiziksel görünümü, karmaşık psikolojik süreçlerini açık eden tavırları, sinirli ama hassas ruh hali, duygusal olarak kolayca etkilenen karakteri ile zaten A. Rublev’dir. Bir deneme yapar. Role aday aktörlerle yapılan provalar sırasında çekilen fotoğrafları toplayarak, Ortaçağ Rus Sanatı uzmanlarına gösterip hangisinin A. Rublev olduğunu sorduğunda, onlar oylarını Anatoli Solonitsin’den yana kullanırlar. Sonuçlar, filmdeki karakterle onu oynayan oyuncunun “sanatsal mizacı” arasındaki benzerliğin ve uyumun ne kadar kıymetli olduğunu kanıtlamaktadır.

1991 yılında yönetmen Jonathan Demme’nin yaptığı “Kuzuların Sessizliği” filminde toplam 16 dakikalık performansıyla “En İyi Erkek Oyuncu” Oscarını alan Antony Hopkins’in dediği gibi: “Oyununuzu oynarken başka biri olmaya çalışmayın, kendiniz olun. Çünkü en iyi bildiğiniz şey bu!”

YILMAZ GÜNEY’İN RUBATOSU

Adana’da yedi çocuklu yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Yılmaz Güney, sinemaya Atıf Yılmaz’ın desteğiyle girer.1959 yılında “Bu Vatanın Çocukları” ve “Alageyik” filmlerinin senaryolarını yazar ve oyuncu olarak da katkıda bulunur. İlk filmlerinde, yönetmen asistanlığının yanı sıra, küçük yan rollerde de oynayan Yılmaz Güney çekimler sırasında, Atıf Yılmaz’ın deyişiyle, “bir an için senaryodan ayrılıyor ve ne yapıp ederek kendi rolünü büyütüyor, ona bakmanızı sağlıyordu.” Güney, bütün iyi oyuncular gibi uslu bir “düşünce taşıyıcısı” olmak yerine “rubato” yapıyordu aslında. Yani, filmin en uygun anında önceden belirlenmiş ritim yapısından ayrılarak, kendi içgüdüsüne göre tempoyu ve yapıyı değiştiriyordu.
“Oyuncu, insanın evrensel niteliklerini durmadan yenileyen, onu türlü biçimlerde kendi hayatına ortak eden kişidir” diyen Güney, sahici, yalın ve abartısız oyunculuğuyla zaten kısa bir süre sonra “Alageyik”te de başrolü alır. Ondan sonrasını biliyorsunuz.

BERTOLUCCİ, BRESSON VE LÜTFİ AKAD

Alabildiğine sade bir sinema üslubuna sahip olan Fransız yönetmen Bresson, oyuncularından hep duygusallığın uzağında bir oyunculuk istemiştir. Ona göre duygusallık ruhsallığın önündeki bir set gibidir. Belki de bu yüzden, birkaç filmi dışındaki tüm filmlerinde amatör oyuncuları oynatmıştır. “Model” adını verdiği oyuncular, onun için sadece filmin içinde bulunduğu ruhsal atmosferin modelleridir.

Benzer bir ifadeye onun gibi has bir yönetmen olan Lütfi Akad’ta da rastlarız: “Aslında sinemanın oyuncu olarak istediği, Fransızların “tip” dediği “örnek birim”lerdir. Bunlar bir de iyi oyuncular oldular mı, yani oyunculuk yapmayıp senaryodaki hayatlarını yaşamaya koyuldular mı işte o zaman tam bir gerçeklik duygusu verirler.”
Bertolucci daha net: “ Bir aktörün yemekte hoşuma giden bir gülüşünü görmüşsem, “dün gece güldüğün gibi gül” derim. Yani performansı soyut bir şeye değil, kendisine ait olan bir ize dayandırırım. Referans noktası olarak onların hareket, gülme, konuşma biçimlerini alırım” diyen Bertolucci oyuncuya, “bu karakteri oku ve içine gir” demez. Tam tersine, karakterin oyuncuya uyması için senaryoyu bile değiştirmekten çekinmez.

ROL YAPMA; REZİL OLURSUN

“Üç Maymun”daki Patron rolünü oynamaya başlayacağım ilk gün, Aksaray’da bir muhasebe bürosunda kurulan sete bacaklarım titreyerek gittim. Masanın arkasındaki geniş kolçaklı deri koltuğa oturduğum o ana kadar oyunculukla ilgili ne bir satır okumuş ne de oynamıştım. Kameranın çalışmasıyla birlikte içimden şunları geçirdiğimi çok iyi hatırlıyorum: “Sakın rol yapmaya kalkma, rezil olursun…” Bu yolculukta, iyi tanıdığımı zannettiğim ve başvurabileceğim tek insan benden başkası değildi. Ona danışıp, ondan soracaktım. Ne olursa olsun, sonunda kendi kişiliğimden en iyi sonucu çıkartacak kişi bendim. Sinemanın “oynayan bir oyuncuya ihtiyacının olmadığı” ayan beyan ortadaydı. Samimiyet ve dürüstlükten başka da hiçbir silahım yoktu. “Mış gibi” yapmamalıydım. Elimdeki metni sıkı bir ezberle okuyup aktarmaya çalışmak yerine, sadece gerçek hayata yakın bir oyun çıkartmalıydım. Üstelik yalnızca anlaşılır olmak da yetmiyordu; canlandırdığım kişi yaşayan, kanlı-canlı ve gerçek biri olmalıydı. Tarkovski’nin anlatımıyla: “sette, o anki durumumun, ruh halimin aslını bulmalıydım.”

Bütün mesele, “ rolümü canlandırırken, kendimi en iyi şekilde ifade etme olanağı tanıyan ruhsal durumumun en derin köşelerine nüfuz etmekti.”
Oyunculukla ilgili bende kalan tüm dersleri tek bir cümlede toplayabilirim belki: Seyirci filmden çıktıktan sonra, oynadığınız karakterle hemen sokağı döndüğünde karşılaşabileceğine inanıyorsa, tamamdır!