ÇEKO

Yıl 1970, Avanos. Kasabada tatlı bir heyecan var. Filmciler gelmiş. Kovboy filmi çekiyorlar. Adı “Çeko.” Başrollerde Yılmaz Köksal oynuyor. Hatırladığım iki şey var o filmden: Birisi, Yılmaz Köksal’dan sürekli dayak yiyen bir figüran. Sahnenin birinde yüksekçe bir balkondan avluya düşecek. Adamın düşeceği avluya üst üste yataklar koydular. Üzerine de kocaman bir branda. Brandanın bir ucundan çalışanlarla birlikte ben de tutmuşum, adamın düşmesini bekliyoruz. Kamera çalıştı, adam yumruğu yedi. Aşağıya düşerken bize bakan korkulu gözlerini ve sesini hiç unutmadım:”Sıkı tutuuun.”
Diğeri ise daha özel. Akşamüzeri saatleriydi. Üzerimde kısa kollu kareli gömleğim, ceplerimde Bakkal Hacı Amca’nın bardak hesabıyla doldurduğu tuzlu ay çekirdeği, taş köprüye doğru yürüyorum. Birden Yılmaz Köksal’ı gördüm. Set bitmiş belli ki, bir elinde sigara, diğerinde filmde kullandığı kovboy çizmeleri karşıdan geliyor. Hemen yanına koştum.
“Yılmaz abi, çizmelerini ver abi, ben taşırım”
Aldım çizmeleri ve koşarak kaldıkları pansiyona bıraktım.
Aradan yıllar geçti. İstanbul’dayım artık. Hastaneme filmciler gelmiş, birkaç sahne çekecekler. Başrolde de Yılmaz Köksal var. Öğle oldu, set ara verdi. Yönetmen, Yılmaz Köksal’la tanıştırdı beni. O’na, “Ben çocukken sizin çizmenizi taşıdım, biliyor musunuz?” dedim ve “Çeko” dan söz ettim.
Yılmaz Köksal’ın gözlerindeki bakış, otuz yıl önce köprünün başında Avanos’lu küçük bir çocuğa çizmelerini verdiği bakışla aynıydı.

CİGULİ

Metin Abi (Erksan), set ortamından söz ederken, “filmcinin bastığı yerde ot bitmez oğlum, hastaneye falan sokma onları” derdi. Hiç tutmadım ama sözünü. Onlarca film seti ve oyuncusu, değişik zamanlarda misafirim oldu.
1998’di galiba. Bir TV dizisinin bazı sahneleri çekiliyor. Ciguli’nin çok parladığı günlerden biri ve dizide başrol oynuyor. Işıklar kurulmuş, kamera tamam, herkes çalışıyor. Ara sıra kontrol ediyorum ortamı. Bir önceki sette, prizi kullanmak için aşı dolaplarının elektriğini kestiklerinden bir çok aşıyı çöpe atmak zorunda kalmıştık. Ayrıca, her an yoğun bakıma dalabilirler, onu da takip etmek lazım. Metin Abi haklı sanki. Bu arada bizim personel, hastalar ve hasta yakınları sürekli Ciguli ile fotoğraf çektiriyor. Ciguli kameraya bakarken gülümsüyor mu, ağlamaklı mı pek belli değil artık. Öğle saatleriydi galiba. Katta dolaşırken, setten uzak bir yerde, hasta odalarının birinde, yatağın üzerinde elinde bir sandviçle tek başına oturan birini gördüm. Hastalardan biri zannettim önce. Sette herkes bir sonraki sahnenin hazırlık telaşındaydı. Adamın yanına yaklaştım. Ciguli bu. Orada unutulmuş gibi, öylece oturuyor. Acıkmış belli ki. İştahla elindeki peynir ekmeği yiyor. Beni görünce bir an durdu ve artık nasıl bir duyguyla konuşma ihtiyacı hissetmiş olacak ki, tatlı bir göçmen şivesiyle:
“Meşhur olmak da zormuş be yavu..” dedi.

CANNES

Yıl 2008. 3 Maymun filminin galası için Cannes Film Festivali’ndeydik ve birazdan o meşhur kırmızı halıda yürüyecektik. Üzerimizde siyah kostümler, papyonlarımızı takmışız, bekliyoruz.
Çok şık bir otelin önünden limuzin benzeri araçlara binerek, en fazla iki yüz metre mesafedeki “Grand Lumiere Theatre” salonuna gitmek için yola çıktık. Yol boyunca sıralanan kadınlı erkekli, genç ve yaşlı ahali, arabanın camlarına yapışarak “meşhur” birini görmeye çalışıyorlar. Onlarla göz göze geldiğim anlarda, tuhaf bir suçluluk duygusuyla arabanın arka camını indirip: “Ben o aradığınız değilim. Boşuna yapışmayın arabaya. Meşhur değilim ben. Belki daha sonra” demek geliyordu içimden.

OYUNCULUK

Oyunculuk açısından hep şanslı biri oldum. Ya, çoğunlukla kendi yazdığım diyalogları oynadım, ya da senaryoya birebir bağlı olmadan, “duyguyu” alıp, “kendi cümlemle” oynamama müsaade eden yönetmenlerle çalıştım. En azından, elimdeki metni eleştirel bir biçimde analiz etmeme saygı duyan yönetmenlerle. Bu da benim terbiyeli bir “düşünce taşıyıcısı” olmak yerine, kanlı canlı, yaşayan bir oyuncu olmamı sağladı. Bana verilen haritaya takılıp kalmak yerine, oynadığım kahramanın elinden tutarak, içgüdümün bana fısıldadığı bir başka yola saptım her seferinde. Senaryoda sunulan role rıza göstermedim, her defasında yeniden “çaldım” onu. Ancak senaristin iyi bildiği kahramanın, soyut bir performansını yaratmak yerine, o karakterin bendeki “izini” aradım. Oynadığım her karakterle birlikte, kendi içimde çoğu zaman kendime dahi itiraf edemediğim yanlarımı fark ettim. İçimde sessizce duran öteki “ben”leri ortaya çıkararak, onlar üzerinden kendimle yüzleşme fırsatı buldum. Bilinçaltımın tüm kıvrımlarına sirayet eden, sarsıcı ve heyecan verici bir yolculuktu bu.

SEYİRCİYLE TEMAS

Seyirci ile ilk temasım ise, Üç Maymun’un galasından sonra bizi Nice’e götürecek olan havaalanı otobüsünün şoförüyle oldu. Uçağa yetişmek için telaş içinde koştururken, Fransız şoför, bir gün önce seyrettiği filmden beni tanımış ve boynuma sarılarak hararetle konuşmaya başlamıştı. Daha sonra da hemen arkasındaki koltuğa oturttu bizi ve yolculuk boyunca dikiz aynasından konuştu durdu. O zamana kadar, sadece sete gidip işini yapan birisi iken, şimdi seyircinin gözünden de kendine bakan bir adam olmuştum sanki…
Sinema bir mucize, evet. Başka hiçbir sanat dalında bu kadar etkin, hızlı ve kalıcı izler yaratmanız mümkün değil. Cannes’de bir otobüs şoförüyle de kalmaz bu durum. Bankok’da bir alışveriş merkezinde sizi hararetle kutlayan Tayland’lı bir kadınla ya da Harvard’da film çıkışı sizi kapıda bekleyen bir profesörün hayranlık ifadeleriyle devam eder gider.

Ama, seyirciyle kurulan bu ilişki aynı zamanda tehlikelidir de. Dengesini ve kıvamını kaçırırsanız, “farkındalığınızı” yitirirsiniz.
“Kendiniz” olmaktan çıkar, sizi beğenenlerin övgülerine esir olursunuz. “Meşhur” olursunuz yani. Seyirciyle hemhal olmak, onu şaşırtarak derinleştirmek, ona ve kendinize, hayatla ilgili yeni fırsatlar sunmak yerine, birlikte yarattığınız (uydurduğunuz) gerçek olmayan lezzetli bir pastayı hızla yemeye başlarsınız. Sonunda midenizin bozulacağı kesin.

Avanos Şehir Kulübünde, masanın üzerinde duran bulvar gazetelerinin birinde, benimle ilgili bir haber çıkmış. Filmden, ödülden falan söz ediyor.
Kulüpteki ihtiyarlardan biri: “Senin oğlanın gazetede resmi var” deyince, babam korkudan ne yapacağını şaşırmış. Benimle ilgili “kötü ve belki de utanılacak bir haber” var telaşıyla ve artık çok az gören gözleriyle, gazetedeki haberi okumaya çalışan babamın naifliği, meşhur olma mevzusunun çözümü gibi gelir bana. Kendimizle ilgili kaygılanmak ve utanmaktan korkmak gibi…