KIRIK SAZ

Çok eskilerde ünlü bir saz ustası varmış. Onun yaptığı sazın sesi başka hiçbir sazda olmuyormuş nedense. Herkes onun yaptığı saza sahip olmak, o sazı çalmak istermiş. Uzun zamandır ona saz yaptırmayı bekleyen genç icracı, söz verilen gün giderek ustanın karşısına oturmuş ve sazını beklemeye başlamış. Yaşlı saz ustası az önce bitirdiği pırıl pırıl sazı alarak bir süre bakmış. Delikanlı da birazdan sahip olacağı sazını hayranlıkla seyrediyormuş. Yaşlı adam birden elindeki sazı sapından tutarak havaya kaldırmış ve birkaç saniye sonra da yere bırakıverirmiş. Delikanlı, “ah!” etmiş. Güzelim saz kırılarak dağılmış. Usta, dağılan sazı sakince toplayıp, yeniden tamir etmiş. Eskisinden pek farklı değilmiş saz, lakin, dikkatli bakılınca yaralı olduğu da anlaşılmaktaymış. İşini bitiren usta sazını delikanlıya teslim etmiş:
“Şimdi çalabilirsin artık!”
Delikanlı şaşkınlıkla almış sazı ve çalmaya başlamış. Şimdiye kadar hiç duymadığı derinlikte ve güzellikte sesler çıkıyormuş sazdan…
Yaşlı adam sakince konuşmuş: “Sazın büyüsü yarasındadır. Ancak yaralı bir gövdeden çıkan ses içli ve ezik olabilir.”
Bu hikaye, bana hep Lorca’nın “Duende” sini hatırlatır. İçimizdeki yaranın bize bahşettiği şey. Yaşadıklarımızdan kalan ve hiç kapanmayacak olan yaralarımızın iyileştikleri sırada ruhumuzdan çıkardıkları o saf ve benzersiz yetenek. Büyü ya da cin. Duende yani…

YABANIL SES

Lütfi Akad, Gökçeçiçek filmini çekerken filmin müziklerini yapacak olan Noray Demirci’ye “Bu sazın sesini ne ile vereceksin?” diye sorar. “Kemençe” diye cevap verir Demirci. Lütfi Bey sazı tanıyordur elbet, ama sesini tek başına dinlemişliği hiç yoktur. Bir süre sonra kemençeyle onu çalacak usta gelir ve stüdyoya girerler. Kemençe icracısı bir şey sormadan klasik bir saz eseri çalmaya başlar. “Hayır” diye korkuyla karşı çıkar Lütfi bey. “Bunu istemiyorum, bana hiç notaya gelmemiş, yabanıl ama içe işleyen hüzünlü bir çağrış yapın, şimdi, burada, doğaçlama!” Orta yaşın üzerindeki icracı bir an duraklar ve ardından sazı heyecanla kavrayarak çalmaya başlar. Lütfi Akad, o anı büyülenmiş gibi anlatır: “Yabanıl bir ses doldurmuştu sanki odayı, yabanıl ve hüzün veren bir ezgi yükselip sonra iniyordu. Benim istediğim o yabanlık meğer kemençenin kendi yapısında varmış.”
Lütfi Akad’ın istediği yabanıllık ve sahicilik kemençeyi çalan ustanın duende’sidir.
SESİMİ BULAMADIM

Sabahattin Ali “Ses” hikayesinde, Konya’ya yaptığı bir yolculuk esnasında, mola verdikleri yere yakın bir inşaatta duyduğu sesin sahibini anlatır. Sivaslı Ali’nin hikayesi. Çalıştıkları çadırın önünde, ters çevrilmiş bir el arabasının üzerine oturarak saz çalıp türkü söyleyen Ali’den çok etkilenen yazar, “ömründe bu kadar gür ve tatlı bir erkek sesi dinlemediğini” düşünür. Bir insanın gırtlağından bu kadar manalı ve sarsıcı sesler nasıl çıkmaktadır, hayret eder.
“Fenerin aydınlattığı alnı ter damlalarıyla kaplı idi. Sazının uzun sapı, şaşırtıcı bir süratle aşağı yukarı kayan parmaklarının altında, canlı bir mahluk gibi titriyordu. Tellere vuran sağ eli, küçük fakat kendinden emin hareketler yapıyor, bu el sazın gövdesine her yaklaştıkça, insan, sanki o tahta ile bu et arasında gizli, fakat çok manalı ve mühim bir konuşma oluyormuş zannediyordu” diye anlatır Ali’nin türkü söyleyip, saz çalmasını…
Yazar, yolculuktan sonra da delikanlının peşini bırakmaz ve Ali, bin bir güçlükle Konya’dan Ankara’ya getirilerek, bir sınava sokulur. Genç ve yeni yeteneklerin aranıp seçildiği bir konservatuvar sınavıdır bu. Ali, sazı kucağında gelir sınava ve türkülerini söyler. Fakat kendisi de dahil, oradakilerin hiç birisi memnun olmazlar. Hayal kırıklığına uğramışlardır. Yazar ve Ali, birlikte sınavın yapıldığı odadan dışarı çıkarlar. Hiç konuşmadan yenilen bir yemekten sonra Sivaslı Ali: “Sizi de mahcup çıkardım beyim, sakın kusura kalmayın” der. Sonra yaşanan başarısızlığı tek bir cümlede izah eder: “Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım…”
O odada olmayan şey: “Duende” dir. Ali’nin bozkırda yanı başında duran, hiç fark etmeden taşıdığı duygu. Hayatın büyüsü. Toprağın cini. Bozkırın ölümle buluştu yer. Duende. Ankara’da bir konservatuvar odasının duvarlarının içinde olmayan şey. Ali’nin arayıp da bulamadığı ses. Duende… O, yoktur işte.

NEŞET

Neşet Ertaş uzun yıllar Ankara Radyosunda, “Yurttan Sesler” programında türkü söylemiştir. “Kırşehirli mahalli sanatçı Neşet Ertaş” anonsuyla on beşer dakikalık ayda iki program. TRT’ciler bu programlar esnasında Neşet’in arkasına koro vermek isterler. Neşet kabul etmez ve hep tek başına çalar. Neşet’in bir söyleşisinde bunun sebebini anlatırken tarif ettiği şey, onun “duende’sinden” başka bir şey değildir: “Türküler özeldir. Türküyü üreten insanın yüreğindeki aşktır. O aşktan yüreği yanar ve o yanıklıktan türkü çıkar… Arkamda koro olmasını ben istemedim. Koro benimle çalamaz ki. Ben duygusal çalıyorum, onlar notayla. Aynı şekilde çalamam ben. Benim o andaki duygum bir başka oluyor, başka bir zamanda da daha başka bir duyguda oluyorum. Onların yapacağı bir şey değil bu.”
ŞEYTAN TÜYÜ

Yılmaz Güney’in sinemacılığından söz ederken, ”Onda şeytan tüyü vardı” diyor Nihat Ziyalan. “Onun yürüyüşü, duruşu, gülümsemesi….” Başka kimsede olmayan şey! Nihat Ziyalan’ın “şeytan tüyü” dediği şey Yılmaz’ın “duende” sidir. “Umut” gibi, Türk sinemasının dönüm noktası sayılabilecek bir filmi yaratan en önemli sebep, işte onun, bu niteliğidir.

Yeni Brezilya sinemasının öncüsü Rocha ile Yılmaz’ı buluşturan da budur. İkisinin de kendi köklerine, duendelerine olan inançlarıdır. Brezilya tarihi ve kültüründen beslenerek, ayaklarını bulunduğu topraklara basan bir yönetmendir Rocha. “Brezilyalı filmcilerin, Latin Amerika’nın kendine özgü sosyal sorunlarını irdelemek için, Avrupalı ve Amerikalı sinemasal yöntem ve teknikleri kullanmamaları gerektiğini” söyler. Filmlerindeki renk kullanımı Brezilya’ya özgüdür. “Binaların ve kostümlerin parlak renkleri doğal ve özgürdür.” Çekim mekanlarında yerli halkın bilgi ve görgüsüne dayanarak çekim yapar.

Ahmet Uluçay’ın kısacık ömründe yaptıklarına ve hayal ettiklerine ne kadar benziyor değil mi?

Hisarlı Ahmet’in sesi, Muharrem Ertaş’ın çığlığı, Yılmaz’ın oyunculuğu, sineması, Sabahattin Ali’nin yazdıkları, Ahmet Uluçay’daki sihir…. Duendenin haritası, kılavuzu yok.
Ne yaparsak yapalım; ister film çekelim, ister edebiyatla uğraşalım, ister resim ya da müzik. İyi sanatın özelliği sesle, ışıkla ya da teknikle değil, duende ile ilgili galiba.
Bu toprakların gömülü ruhunu çıkartmaktan başka yolumuz yok. Kendi duendemizi bulmalıyız. Ölüme itiraz eden, samimi ve cesur bir dille, köklerimizde saklı duran güçlü ve gizemli bir sesle, duendeye…