Hayatı haiku gibi yaşayanlar
Vakit öğleye yakındı. Kapıda bekleyen hastaların muayenesini bitirmiştim. Ne işe yaradığını hala anlamadığım, orada öylece duran ilaç dolabına sırtımı yaslamış, sağlık ocağının penceresinden dışarıya bakıyordum. Ne bir coşku, ne de bir keder. İnsanın içine “hiçlik” duygusu veren kocaman bir bozkır.
Buraya tayin olduğum günden beri odanın köşesindeki küçük masanın arkasından çıktığını pek görmediğim, yaşlı sağlık memuru Sulhi Bey, kafamı arkaya doğru çevirmemle birlikte lafa girdi, uygun zamanı kolladığı belli:
“Ahde vefa yok efendim. İşte görüyorsunuz! 28 yıl bilfiil hizmetim var bu devlete. Maalesef. Yani; acı ama gerçek. Yine göndermemişler benim sümeni. Hayır, mesele değil, lakin masanın üzeri bomboş! Köyden akrabalar geliyor bazen, Sulhi beyin masasının üzerinde bir şey yok. Ayıp değil mi efendim? Her ne kadar ben takvim, dosya falan koyuyorum ama sümen gibi olmuyor. Yani, bunu kaç defa söyledim efendim saymana. Ama sağolsun, Necati bey biraz, bu konuda… Şikayet değil tabii ki, katiyyen. Lakin, netice itibariyle benim bu devlete 28 yıllık hizmetim var. İnsan bir yerde takdir edilmek ister. Altı üstü bir adet sümen takımı. O maruzatı aktarmak için. Kusura kalmayın, sizin de başınızı ağrıtıyorum.”
“Benim sümen takımını alın, ben kullanmıyorum zaten” dedim yavaşça. Hafifçe zıpladı yerinden. Yüzünde şaşkınlık ve biraz da ayıplıyormuş gibi bir ifadeyle:
“Estağfurullah hocam. Olur mu öyle şey? Yani sizin masanızdaki sümeni alabilir miyim hiç? Sağlık grup başkanının masası sümensiz olur mu efendim? Lütfen…”
Sulhi bey, sandalyesinde sağa sola kıpırdanarak biraz daha söylendi.
“Tamam, bir de ben konuşayım saymanla” diyerek döndüm pencereye.
27 yaşında genç bir hekimdim ve bozkırın ortasında geleceğime dair mutsuz kehanetler vaaz eden sümen meraklısı bir sağlık memuru gibi, ben de 30 yıl bilfiil hizmet edebilirdim işte devlete!
SAYILARLA YAŞAM
Aradan yıllar geçti. Bir akşam, eski bir İstanbul evinde sinema ve edebiyat üzerine söyleşiyorum. Burası, Berkol Doğan’ın anısına oluşturulmuş bir kütüphane. Berkol, 28 yıllık ömrüne, çok parlak bir fizik kariyerini, çevirdiği kurgu romanlarını, resmi, müziği ve dansı sığdırmış birisi. 2007’de İstanbul’dan Isparta’ya giderken düşen uçakta hayatını kaybediyor, diğer fizikçi arkadaşlarıyla birlikte. Berkol’un resimlerine bakarken Sulhi bey geldi aklıma ve onun 28 yıllık bilfiil hizmeti. Şimdi, kim söyleyebilir Berkol’un sadece 28 yıl yaşadığını?
Tarkovski’nin bir söyleşisinde okumuştum. Modernizmin, insanı hasta eden “bireyci” ideolojisinin panzehirini bulmuş gibi de sevinmiştim. Söyleşinin bir yerinde, Japonya’nın eski dönemlerindeki sanatçılardan söz ediliyordu. Japonya’da 1185’ten 1333’e kadar süren bir dönemde, Şogunlar ülkenin gerçek hakimi ve yöneticisi olmuşlar. İmparatorun sadece isimden ibaret kaldığı bu dönem aynı zamanda Japon sanatının çok güçlendiği ve yükseldiği de bir dönem. Bu yüzyılda, Şogunlar hükümranlıklarını kendilerine bağlı derebeyleri vasıtasıyla sürdürüyorlar. Japon sanatçılar da bu derebeylerin hamiliğinde sürdürüyorlar yaşamlarını. Bazen, diyelim bir “haiku” sanatçısı, bir derebeyinin yanında beş on yıl kalarak son derece yetkin “haiku”lar yazabiliyor. Bir süre sonra da oradan ayrılarak bir başka bölgede, bir başka isimle, bu kez geleneksel “no tiyatrosu”na ait yetkin ve ses getiren metinler yazıyor. Aynı sanatçı burada da kalmayarak, bir başka derebeyinin yanında, bu sefer daha farklı bir sanat dalında, başka bir isimle yeni eserler üretiyor… Böylece yaşamının içine farklı isimlerle, birçok yaşamı sığdırabiliyor. Üstelik bu isimlerden hiç birisi de kendi “gerçek” ismi değil.
Şimdi, kim söyleyebilir, bu sanatçının tek ve biricik bir yaşama sahip olduğunu?
GENÇ ÖLMEK
Rus yönetmen Andrei Zvyagintsev’in “Dönüş” filmini seyrettikten sonra, büyük kardeşi oynayan Vladimir Garin’in, filmdeki gölde boğularak öldüğünü okuduğumda çok hüzünlenmiştim. 1987 doğumlu Vladimir Garin 16 yaşında ilk kez oynadığı bu uzun metrajlı filmde inanılmaz bir performans sergiliyordu. İlk ve tek filminin gösteriminden hemen önce bu kez eğlenmek için girdiği göl, onun ölüm seti olmuştu. Gogol’ün “Ölü Canları”nı okuduğum günlerde, onun kitabın ikinci cildini bir çılgınlık anında, şöminede yaktığını öğrendiğim an içimden kopan ah! iniltisine benzer bir ses çıkmıştı, Garin’in ölüm haberini okuduğumda.
Mehmet Emin Toprak, Aralık 2002’de, Ankara Film Festivali’nden en iyi erkek oyuncu ödülü aldığı gecenin sabahında, arabasıyla kaza yaparak öldü. Üstelik köyüne çok yakınken. Uyumuştu besbelli. Daha 28 yaşındaydı.
2003 Cannes Film Festivali’nde Muzaffer Özdemir’le birlikte Türk sinemasının oyunculuk adına dünya ölçeğinde aldığı en büyük ödülün sahibi oldu bir süre sonra. Dul eşinin odasının bir köşesinde duruyordur belki de o ödül. Sinemaya hiç girmeseydi şimdi köyünde nasıl bir hayat sürdürecekti bilinmez.
Metin Erksan 1968 yılında “Kuyu” filmini çekti. Filmin başrol kadın oyuncusu 18 yaşında genç bir kız olan Nil Göncü’ydü. Erksan’ın en güçlü filmi olarak bilinen “Kuyu” filminde Nil Göncü, filmdeki “çok güçlü ve aykırı” bir kadın karakterini olağanüstü bir yetkinlikle canlandırmıştı. Metin Erksan’ın yeni keşfi, yeni Hülya Koçyiğit olarak konuşulan Nil Göncü bu filmin ardından, bir yıl içinde üst üste iki filmde daha oynadı. Yapımcılar on filmlik yeni anlaşmalar da yapmışlardı. Nil Göncü, en son oynadığı “Devlerin Öcü” filminde, çekimlerin son günü sette hastalandı ve bir süre sonra İstanbul’da bir hastanede hayatını kaybetti. Öldüğünde on dokuz yaşındaydı.
Dostoyevski’nin, “O, bize gelecekten haber veren bir peygamberimizdir” dediği Puşkin, modern Rus Edebiyatı’nın kuruluşunu gerçekleştiren en önemli kişilerden biri ve öncüsüydü. Klasik Batı Edebiyatı’nı romantik Rus halk edebiyatıyla sentezleyerek, Rus Edebiyatı gerçekçiliğini başlatan Puşkin, 38 yaşında şüpheli bir düello sonucu hayatını kaybetti. Kaderi ona benzeyen bir başka isim de Lermontov’dur. Şiirleri, tiyatro oyunları ve romanıyla Rus Edebiyatı’nı derinden etkileyen Lermontov 27 yaşında bu dünyadan ayrılmıştır. Mayakovski, Yesenin, Bulgar şair Vapstarov, Çehov…
Hepsi de, kısacık ömürlerine çok uzun hayatlar sığdırdılar.
HAİKU
Hayat, tam olarak sizin ona verdiğiniz değerdir. Ne kadar yaşadığınız değil, nasıl yaşadığınız önemlidir.
Kendi ölüm törenlerine gülerek katılan arkadaşlarımız yaşadı bu ülkede. Çok erkenden büyümek zorunda kaldılar. Öldürülmek için zorla büyütülen kardeşimiz de oldu, Erdal gibi.
Sokaklarda ölenlerimiz de; Abdullah, Ethem, Mehmet, Mustafa, İrfan, Ali İsmail gibi. Hepsi de çok gençti. Ama, sayılar nedir ki zaten? İsterseniz,“bir evreni bir kum tanesinin içinden de görebilirsiniz.”
Onlar, hayatın sayısını değil, kalitesini hatırlatanlar. Bir sümenin arkasında bitmesini beklediğiniz bir yaşam yerine, içine en coşkun anılarınızı, itirazlarınızı ve uğruna her şeyi göze aldığınız hayallerinizi koyduğunuz kocaman bir roman gibi yaşayanlar. Ya da bir “haiku” gibi, çok az ama çok fazla şey söylemenin aralığındaki o müthiş dengede duranlar.
Matematikçilerin haiku’ya dair bir kehanetleri varmış. “Tüm haikular bir araya gelip, evrenin sonsuzluğunu anlatabilirse eğer, evrenin genişlemesi de duracakmış.” Bana mümkün gibi geliyor.
Hayatı korunaklı duvarların gerisinden, sıkıcı ve uzun bir hikaye gibi yaşamak yerine bir “haiku” gibi yaşayanlar! Bir ümidim sizlersiniz…