İnsanın kaynağı kendi ruhudur
GÜNEŞ SAATİ
Yıllar önceki bir Diyarbakır ziyaretinde araba kiralamış; ıssız dağ yollarında, tekinsiz bir Hasankeyf, Batman ve Mardin yolculuğu yapmıştım. Mardin’e vardığımda ilk ziyaret ettiğim yer de, tabii ki Deyrulzafaran Manastırı’ydı. Manastırın Güneş Tapınağı bölümündeki odanın tavana yakın bir yerinde, tuhaf biçimli geometrik bir pencereye takılmıştı gözüm. Pencereden süzülen güneş ışığı, içinde bulunduğumuz odanın ortalarında bir yeri işaret eder gibi uzanıyordu. Kadim taş yapının penceresinden odaya akan ışık, binlerce yıl önceki paganların güneşe tapınma saatlerini bildiren bir işaretti. Güneş saati yani… Güneş, binlerce yıldır bu küçük pencereden süzülerek, kendisine tapınan insanoğluna ibadet saatini de haber veriyordu.
Aynı işaretin yıllar sonra bizim evde karşıma çıkacağını nereden bileyim. A. Kurosava’nın “Dersu Uzala”sı gibi, bir süredir salonun köşesindeki divanı yurt edinen annem; tespih, seccade, yastık, yedek çorap, ilaçlar ve bardağıyla kendine bir barınak yapmıştı! Kahvaltı sonrası keyif çayını genellikle pencerenin yanındaki koltukta içiyor, bir yandan da onunla sohbet ediyordum. Gece gördüğü düş, gelmeyen telefonlar, torunlar, babamın kırkı vs…
”Saat on bir buçuk oldu” dedi birden, divanın önündeki ahşap masanın tam ortasına düşen güneş ışığını eliyle göstererek. Saate baktım gayri ihtiyari, on bir buçuktu gerçekten. “Güneş tam buraya düşüyor bu saatlerde” dedi gayet sakin ve seccadesine uzandı. Evde saat yoktu ve hepimiz epeydir cep telefonlarımızdan takip ediyorduk zamanı. Ezan sesini duymamaktan şikayetçi annem, saati yeniden icat etmişti, 3000 yıl öncesinde olduğu gibi…
EKMEK YE, SU İÇ
Hattuşaş’da kazılar yapan ve Hitit yazısını çözmek için yıllarca uğraşan Alman arkeolog H.Wincler, 1913’de öldüğünde geride Boğazköy’den taşınmış binlerce tabletin olduğu bir miras bırakmıştı. I. Dünya Savaşıyla birlikte tüm bu çalışmaların durduğu bir anda, Almanya’da, eski diller uzmanı gibi ne kadar işe yaramaz kabul edilen adam varsa askere alındı. Bu uzmanlardan biri olan Çek asıllı B. Hrozyn, askerlik günlerini Wincler’den kalan bu malzemeyle geçirdi. Hatta bir ara savaşın ortasında İstanbul’da da kalarak, burada bulunan tabletlerden Hititçeyi çözmeye çalıştı. İğneyle kuyu kazarcasına bir çabayla, kelime kelime tüm metinleri gözden geçirdi. Yazanın da, yazanın ulusunun da binlerce yıl önce kaybolduğu, hiçbir yardımcı alfabe ya da bilginin olmadığı bir tablet yığınından ilk anlamlı cümleyi buldu sonunda: “Nu ninda-a nezzatteni vadar-ma ekutteni.” Tarihte çözülen bu ilk Hititçe cümlenin anlamı neydi biliyor musunuz? “Şimdi sen ekmek yiyeceksin ve su içeceksin…”
İlk okuduğumda nedense içimde bir hayal kırıklığı uyandıran bu cümle, insanoğlunun ezeli ve ebedi sorunsalı idi. Ekmek yemek su içmek…
Hiç bilinmeyen bir dille cümle kurmanın heyecanı, gömü bulmuş bir arkeolog heyecanından daha farklı bir şeydi herhalde. “Çalışma odasında kağıtlara gömülmüş bir araştırıcı da bir cümlenin üzerinde kılı kırk yararken, ansızın geçmişin derinliklerinden kendisine seslenişin ürpertisini duyabilir” diyor C.W.Ceram. “Burada insanın yalnızca filolojik kelime ayıklamalarına yönelmesi yetmez; çok daha fazla şeyleri görmesi, görmeyi bilmesi gerekir. ”Yemek” bir sesleniş olursa “açlık” demek değil midir? ”Su” çorak bir ülkede haykırılıyorsa “susamak” anlamına da gelmez mi?”
KAYNAĞINA BAK
1990’lı yıllar… Çağlayan Cami’nin hemen yanındaki iş merkezinin ikinci katına kurmaya çalıştığım polikliniğe röntgen cihazı gerekiyordu. Alçıpancılarla uğraşmaktan fırsat bulduğumda gazete ilanlarına bakıyordum. “500 mili amper, çift tüp, tek masa.” Gittim, gördüm. Cihaz eski ama işe yarar gözüküyor. En iyi tarafı da fiatı. Pazarlığı bitirdik ve aldık aleti. Taşıma sürecinde anladım ama aslında nasıl bir belaya bulaştığımı. Cihazı bulunduğu yerden benim merkeze taşımak için, Fatih’in karadan gemileri yürütme formülünü uyguladık. O kadar ağır ve biçimsiz. Neyse. Sonunda cihazın kurulup çalıştırılmasına gelmişti sıra. Bu işleri o zamanlar İstanbul’da sadece bir kişi yapıyordu. Ömer Usta! Her zamanki sakin haliyle geldi, baktı. Aleti ilk görüşte tanıdığını hemen anlamıştım.
“Hıı!” dedi, eski ve çok da sevmediği bir dostunu, hiç beklenmedik bir yerde görmenin ruh haliyle.
“Bu bizim Ukraynalı” dedi.
Sonra da bana dönerek bir kaç cümlede açıkladı durumu:
“Ecevit zamanında Ukrayna’ya kuru üzüm verdik, onlar da bize 21 adet röntgen cihazı verdiler. Bu senin alet de onlardan. Bir ara Denizli’deydi, demek buralara düşmüş.”
Röntgen cihazından değil de, Sabahattin Ali hikayelerinin oturak alemlerine düşmüş geçkin kadınlarından söz ediyor mübarek.
“İyi işte abi” dedim, sıkıntımı belli etmemeye çalışarak.
“Makine senin, çalıştır, ver bana” diye de devam ettim, kadının düşmüşlüğüne aldırmadan evlenmeye karar vermiş vicdanlı bir ses tonuyla.
Ömer Usta cihazı iki günde kurdu. Sıra deneme çekimi yapmaya gelmişti ki beni çağırdılar. Kaset yerleştirildi, ışıklar kapandı, Usta düğmeye bastı. Hiçbir şey yok. Sağını solunu kurcalayıp bir daha, yok… Cihaz çalışmıyor. O gün akşama kadar uğraştı Ömer Usta. Cihazı çalıştıramadı. Ertesi gün geldiğimde röntgen odasının zeminine kocaman bir brandanın serildiğini ve Ömer Usta’nın iki oğluyla birlikte bizim röntgen cihazını en ufak vidasına kadar parçalayıp yere serdiğini gördüm. Her parça numaralanıp, işaretlenmişti. Ara sıra yaptığım ümitsiz ziyaretlerin birinde Ömer Çoban’ın elindeki Kril alfabeli bir şema kitabına bakarak, cihazı yeniden ve baştan kurduğunu anladım. Bir hafta içinde, tüm parçaları hiç değiştirmeden ve müdahale etmeden elindeki şemaya göre bir araya getirdi ve beni de çağırarak düğmeye bastı. Cihaz çalışıyordu!
“Bakın doktor bey. Biz bu cihaza hiçbir müdahalede bulunmadık. Ne yaparsak yapalım çalışmıyordu. Bu yüzden parçaladık ve yeniden kurduk, ama elimizdeki şemaya göre. O zaman çalıştı. Çalışmama sebebini bulamazsan boz, parçala ve kaynağına bakarak yeniden kur. Hiçbir şeyini değiştirmene gerek yok. O çalışır.”
Psikanalitik bir süreçten söz ediyordu Ömer Usta. Duvarı yıkıp, taşları yeniden örmek gibi bir şeydi yaptığı.
“Rüyalarımızda başka bir dünya gördük, şu an yaşadığımızdan daha adil ve dürüst bir dünya. Bu hayali gerçekleştirmek, koltuklarımızda oturmak, evlerimizi aydınlatmak, mısır tarlalarımızda büyümek, çocuklarımızın kalplerini doldurmak, terimizi silmek ve tarihimizi iyileştirmek için harekete geçtik. Hepsi bu kadar. Tüm istediğimiz bu. Ne daha fazla, ne de daha az. Şimdi, yolumuzda doğru ilerlemek için kalplerimize soruyoruz” demişti Subcomandante Marcos…
Rüyalarımızı kalplerimizden başka soracağımız hiç kimsemiz yok. Odamızın ortasına düşen güneşin farkında mıyız? Yolumuzu kaybetmişsek, kaynağa dönmemiz lazım. İnsanın kaynağı kendi ruhudur. O halde kaynağa… Ruhumuza…
*Tarkovski