İyi filmler dünyayı değiştirir
Vize almak için gittiğim Amerikan elçiliğinde hekimliğimle ilgili hazırladığım onca belgeye sıkıntılı ve şüpheli nazarlarla bakan zenci görevlinin gözleri, dosyanın içine yönetmenin tavsiyesiyle koyduğum filmin küçük afişinde beni gördüğünde fal taşı gibi açılmış ve on yıllık vizeyi anında almıştım. Akşam, Metin Abi’ye (Erksan) bu sahneyi anlattığımda, hiç şaşırmamış bir tavırla, “Doktor, Amerika’da kimin Başkan olacağına Oyuncular Sendikası karar verir, bilmiyor musun?” diye konuşmuştu.
Sinema seyircisinin filmle kurduğu güçlü ilişkinin sebebinin, sadece oyuncuya duyduğu hayranlıktan kaynaklanmadığı açık. İnsan, varoluşunu fark ettiği andan beri, içindeki boşluğu doldurma telaşında. Bunu diğer sanat dallarıyla da yapmaya çalışıyor. Edebiyat, müzik ya da resim. Ama, hiçbiri sinemanın gücüne erişemiyor, onun yerini alamıyor. Seyirci, sinemada geçirdiği o bir iki saat süresince, “sınırları olmayan bir mekana oturarak, hem yanından hem de uzağından geçen büyük insan kalabalığıyla kaynaşıyor,” tüm dünyayla kolayca ve zahmetsizce, üstelik hiçbir kaygıya kapılmadan ilişkiye geçebiliyor.
DEMONSTRASYON
Tıbbiyede öğrenciyken en fazla kaytardığımız, mezun olup hastalarla baş başa kaldığımızda da en çok hayıflandığımız şeydir, “demonstrasyon.” Türkçesi galiba “göstererek öğretme” diye açıklanabilir. Benim aklımda kalan demonstrasyon ise, İsmail Ulutaş Hoca’dan anahtarı bin bir zahmetle alınıp, bir kez daha girilmeye çalışılan patoloji odasının adıdır. Zamanında gidilmeyen, öğrenilmeyen preparatlara yeniden bakabilecek miyiz acaba? Bir kez daha ve yeniden görebilecek miyiz o dokuları ve organları? İsmail Hoca, “ben size demiştim” bakışlarıyla anahtarı gönülsüzce uzatır, bir anda kantine yayılan “hoca anahtarı vermiş, demonstrasyon odası açılıyormuş” fısıltılarıyla çaylar bırakılarak koşturulur. Yitirilmiş zamanın peşinde koşmak gibidir bu.
Hızla yayılan fısıltı, filmin başladığını haber veren zil sesi gibidir. Filmle birlikte hayatın da demonstrasyonu başlar. Bizi yeniden hayatın içine konumlandıran bir deneyimdir sinema. Kendimizi seyrettiklerimizin yerine koyarak, yitirdiğimiz ya da hiçbir zaman sahip olamayacağımız zaman parçasını yeniden yaşarız. Karanlığın içinde, geçmiş, şimdi ve gelecek arasına kurulu bir salıncakta, film bitene kadar sallanıp dururuz.
BİR DAHA SEYREDEBİLİR MİYİZ?
Cemil Filmer “Hatıralar”ında İzmir’deki sinemacılık günlerinden söz ederken, Atatürk’ün İkiçeşmelik’deki “Ankara Sineması”na film izlemeye geldiğinden söz eder. O gün gösterilen film, Şarlo’nun “Şarlo İdama Mahkum” isimli filmidir. Film boyunca gülmekten gözleri yaşararak kahkahalar atan Atatürk, film bittikten sonra, tüm masumiyetiyle sorar Cemil Filmer’e: “Cemil, hayatımda bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha seyretme imkanımız var mı?”
“Tabii ki paşam” der Cemil Bey, sinemanın gücünü çoktan keşfetmiş bir özgüvenle, “Bu bir film efendim, istediğimiz kadar, tekrar tekrar seyredebiliriz.” Atatürk’ün bir çocuk masumiyetiyle sorduğu sorunun cevabı sinemanın evrensel gücünün kısacık tarifidir.
Filmler, gerçekliği zaman anlamında sabitlerler. Bu yüzden, “bütün filmler zamandan yapılmış mozaiklerdir.” Tarkovski’nin anlatımıyla sinema, “zamanın heykeltıraşı” gibidir ve başka hiçbir sanat formunda görülmeyen bir ayrıcalığa sahip olarak; “zamanın akışını yakalayıp tutar, onu durdurur, neredeyse sonsuza dek ona sahip olur!”
SİNEMA VE PSİKOTERAPİ
Kapılar kapanıp, salonun karanlığa gömülmesiyle birlikte filmin başlama anının, gözleri kapatıp uykuya geçme anıyla eş olduğu söylenir. Işıklar kapandığında, karanlığın içinden bilmediğimiz bir dünyaya geçerek, kayboluruz. Görünmeyeni gösteren bu büyülü yolculuğun adı “film seyretmektir.”
Film boyunca yaşanan süreç aynı zamanda terapötik bir süreçtir. Filmler ruhsallığımızın en derinine inip, onu değiştirme gücüne sahiptirler. İnsanın içinde duran ama fark etmediği şeyleri ortaya çıkartarak, “onunla yüzleştirirler.”
“Paris’te Son Tango”nun yönetmeni Bernardo Bertolucci, “benim için film yapmak babasının yatak odasında neler döndüğünü anahtar deliğinden izleyen çocuğun yaşadığı gerilimi verme sanatıdır. Sinema yapmak, çocuğun annesiyle babasını gözetlemeye iten çocukça merakının yenilenmesidir” diyor, tüm hınzırlığıyla.
YÖNETMEN DE SEYİRCİDİR
Ahmet Uluçay’ı hastalığının son zamanlarında, hastanede yattığı odada ziyaret etmiştik. Koridorda konuştuğumuz hekim kaçınılmaz sonu beklediklerini söylediğinde içim sızlamıştı. Odasına girip yanına iliştik. Karısı başucunda sessizce bekliyordu. Ahmet pek kendinde değildi artık. Oradan buradan konuşulurken laf bir ara Ahmet’in son çektiği filme geldi. Bizi duyacak ve anlayacak durumda olmadığını düşündüğüm Ahmet Uluçay, birden yatağın içinde toparlanarak konuşmaya başladı. Senaryoyla ve oyuncularla ilgili enikonu sıkı laflar ediyordu. Yoruluncaya kadar konuştu, sonra da sessizce uzandı yatağına.
Film yapmak da, seyretmek gibi psikanalitik bir süreçtir diyebiliriz.
Bu yüzden, yönetmenin deneyimleri de seyircininkine benzer. Yönetmen de yaptığı her filmle kendini tekrar keşfeder. Kendiyle hesaplaşır ve doğal olarak da değişir. Yazarken ya da yönetirken, hatta oynarken, önümüze çıkan soruları her seferinde kendimize de sorarız ve bu seyircinin sorusuyla aynıdır : “Ben olsaydım ne yapardım?”
Yönetmen, film boyunca en dipte olanı arayıp ortaya çıkartmaya uğraşırken, kendi yarasının kabuğunu da kaldırır. Yarası da, şifası da aynı yerdedir çünkü.
Kurosava’nın, “kurbağa yağı satıcısı” hikayesinde anlattığı gibi; hilkat garibesi kurbağayı aynalı kutuya koyup, görüntüsünden korkan kurbağanın derisinin altına salgıladığı yağı çıkarıp, acıyan yerlerine yaralarına şifa niyetine sürmek gibidir film yapmak.
İYİ FİLMLER NE YAPAR
1987 yılıydı galiba ve Ankara’daydım. Metropol Sineması’nın akşam seansında, Tarkovski’nin “Solaris” ini seyrettim. Filmden sonra Emek’deki evime iyice afallamış bir halde varıp yatağa uzandığımı ve birkaç gün yataktan çıkmadığımı hatırlıyorum.
Yılmaz Güney’in “Umut” ya da M. Haneke’nin “Ölümcül Oyunlar” filmini seyrettikten sonra salonun çıkışında durun ve seyircilerin yüzlerini izleyin. Artık bir daha eski benlikleriyle yaşayamayacaklarını fark etmiş insanların çaresiz şaşkınlığıdır gördüğünüz.
İyi film, güçlü filmdir. İnsan bu güçten etkilenmeli ve bu yüzden harekete geçmelidir. Böyle filmler, sadece duyguları harekete geçirerek insan ruhunu dönüştüren filmlerdir. İyi bir terapist gibi; telkin etmezler, öğretmeye çalışmazlar, yalnızca yol arkadaşıdırlar.
İyi filmler insanın kalbinde kıvılcımlar çakar, ateş yakar. Ateş dünyayı değiştirmiştir. İyi filmler de değiştirir.