İyi süt, kötü süt
Kurosava, “Hüzünlü bir sahneyi neşeli bir çocuk şarkısıyla anlatırsanız hikayenin kederini daha çok duyarsınız” der.
Kasabada ikindi vakti. Cemelli ebem evin önündeki küçük taburede hiç kıpırdamadan oturuyor. Orada unutulmuş sanki. Ara sıra gözüne konan sinekleri kovalıyor güçsüzce. Bir süredir tüm isimler ve şahıslar kayıp. Anneme kızıyor babamla konuştuğu için: “Elin herifiyle ne konuşuyorsun. Hiç utanman kalmadı artık!”
“Camekan”da ise sıkı bir muhabbet var. Ayakkabılığın yanındaki sandalyede oturan Saadet halam, çekyat bozması sedirdeki anneme bir şeyler anlatıyor. Konuşmasının aralarında da kıkır kıkır gülüyor. Neşeli bir şey anlatıyormuş gibi; ama değil.
Salonun basma perdesi, camlı kapıyı yarısına kadar örtmüş. Perdenin arkasındaki somyada “Akbaba” dergisi okuyorum. “Akbaba” dergisi. Geçen gün anamın ardına takılıp bir tanıdığın evine gitmiştim. Sıkılıp mızmızlanınca: “Önüne okuyacak bir şeyler koyun, sesi çıkmaz o zaman!” dedi anam. Önüme bir yığın “Akbaba” dergisi koydular. Kendimi kaybetmiş gibi geziyorum sayfalarında. Yusuf Ziya Ortaç yazıları var, Cafer Zorlu’nun karikatürleri sonra…
“Ben ölmüş anamın sütünü emdim Fadime, nasıl gün göreyim ki?” cümlesini duydum birden. Saadet halam hem gülüyor hem de bunları söylüyordu.
Uzandığım yerden kulak kabarttım konuşmaya. O daha emzikte iken annesi hastalanmış ve yatağa düşmüş. Sonra da ölmüş. Bebeği almışlar koynundan ve defin hazırlığına başlamışlar. İş uzayınca bebek ağlamaya başlamış. Anneyi mi gömecekler, bebeği mi doyuracaklar? Ölmüş annenin göğüslerinden hala süt sızdığını gören ihtiyarlardan biri, “acıkmış bu, annesinin sütünü istiyor” diyerek bebeği ölmüş annesinin göğsünden emzirmiş.
Saadet halam başına gelen tüm felaketlerin sebebini buna yoruyordu: “Ölmüş annemin sütünü emdim ben abla, niye gün göreyim ki?”
MARAŞ, SİVAS ve DİĞERLERİ
1978 yılının 19 Aralığında Bornova’daydım. 19 Aralıktan 26 Aralığa kadar, Maraş’ta yüzlerce kadın, çoluk, çocuk öldürüldü ve bunu yapanlar bir süre önce öldürdükleriyle aynı kahvede çay içip, aynı caddelerde geziyorlardı. O günlerde evde olsaydım eğer, abilerimden biri bana mutlaka Maraş’ı sorardı. Ona önce Dersim’den söz ederdim. 1938 yılında Munzur’un kan kırmızısı aktığından, insanların fare gibi mağaralarda kıstırılıp zehirlendiğinden, çocukların, bebelerin süngülendiğinden… Sonra da Maraş’ı anlatır ve derdim ki;”Abi, galiba biz Munzur’un ölmüş sütünü emdik, başımıza felaketler bu yüzden geliyor.”
19 Ocak 2007 saat 15.00 sularında annem, babamın ilaç saatinin geldiğini hatırlayarak mutfağa gitti. Dışarıda kar şiddetini iyice artırmıştı ama ev sıcaktı. Haline şükretti, evsiz barksızlara dua etti ve “akşamın yemeği hazır” diyerek rahatladı. O sırada babam televizyondaki son dakika haberlerine bakıyordu sessizce. Ayakkabısı delik bir adam caddede boylu boyunca yatıyor. “Hrant” isminde birini vurmuşlar. Babam annemi ikna edebilseydi eğer, o yıl İstanbul’da yanımda kalacaklardı. Gelselerdi, salonda yan yana televizyon seyreder, eskilerden konuşurduk. Televizyonda bu haberi gören babam, biliyorum, çok üzülür ve sorardı: ”Niye öldürülmüş oğlum?”
Babama, 1915 yıllarına ait bir günce okurdum önce:
“ Atlı arabayla Gavur Dağları’nı geçiyorduk. Bir taraf dağ, bir taraf uçurumdu. Yollarda insanlar göç ediyordu. Bir sürü ihtiyar, çocuklar, kadınlar buz gibi havada yürüyordu. Bazılarının yüzü gözükmeyecek kadar sinekle kaplıydı. Yüzleri sinekle kaplı olanlar birkaç adım atıp düşüp ölüyorlardı. Pek çok kişi arabama binmek için yalvarıyordu. İnsanlar yürüyerek ölüyordu. Gece çadırlardan çocukların “mayrik” diye ağlayan sesleri duyuluyordu. Manzara feciydi. Ermeni göçünün tam ortasına düşmüştük.”
Gittikçe uzayan kar tipisi altında, takati kesilip yol kenarlarına yıkılan ölmüş annelerinin memelerini çekiştirerek hayatta kalmaya çalışan bir halkın, helal süt emmiş bir çocuğunu, Hrant’ı, arkasından kalleşçe vuran bir ülkede yaşamanın acısıyla derdim ki babama: “Ne yapalım baba, biz ölmüş Anadolu’nun sütünü emmişiz, belki Hrant’ı bu yüzden vurdular…”
Annem, 2 Temmuz 1993’de Avanos’ta, ikindi namazını kıldıktan sonra bahçeye giderek, marulları suladı ve biraz kayısı topladı, olmuşlarından. Benim gelmemi bekliyordu, “seversin sen, kendi ellerinle topla diye ellemedim oğlum.” Kalan kayısıları toplayıp havuzun başında annemle sohbet etseydim hayata dair ve bu sırada televizyonun bahçeye taşan sesinden, Sivas’ta 37 kişinin yanarak öldüğünü duysaydık ve yakanların da “ yakın, yakın, işte cehennem” çığlıklarına şahit olsaydı annem. Ona, 1922 yılında şimdi üzerinde yaşadığımız bozkırda bir zamanlar kardeşçe yaşadığımız binlerce komşusunun, bir sabah trenlere doldurulup hayatlarında ilk defa görecekleri bir yere, “işte, vatanınız artık burası” denilerek gönderildiklerini anlatırdım önce. “Bizi nereye gönderiyorsunuz, bizim evimiz burada” diye ağlayan komşularını… Sonra derdim ki: “Anne şaşırma, biz ölmüş bozkırın sütünü emdik, başımıza bunların gelmesi normal!”
HELAL SÜT
Annem, tanıdığı birinin yakışıksız bir haberini duyduğunda, şaşkınlıkla, “yok canım yapmamıştır öyle bir şey, ben emzirdim onu” der, arkasından da masumca açıklardı: “Onun anasının hiç sütü olmadıydı kuzum, çok meme verdim ben ona. Kardeş sayılırsınız…”
Annemin iyilik ve kötülüğü, emzirdiği süt üzerinden tarif etmesine M. Klein’in “Haset ve Şükran” kuramında da rastladım.
Klein, çocuğun anne memesi ve annesiyle ilişkisine büyük önem veriyor. Ona göre, “meme, içgüdüsel bir biçimde, besin kaynağı ve dolayısıyla daha derin bir anlamda yaşamın kaynağı olarak algılanır. Eğer her şey yolunda giderse, doyurucu memeyle bu zihinsel ve fiziksel yakınlık, yitirilmiş olan o doğum öncesi anne-bebek birliğini ve buna eşlik eden güven duygusunu bir ölçüde yeniden kurar.”
Biz ölmüş annemizin sütünü mü emdik? Anadolu’nun sütünü. Göç yollarında ölen komşularımızın, kovuklarda kıstırılıp kurşunlanan köylülerin, yanmış otellerin içinde kalan kardeşlerimizin Anadolu’su. Issız dağ yamaçlarının, serin çavlanların, bozkırın Anadolu’su. Maraş’ın, Sivas’ın ve Roboski’nin. Eskişehir’in, Taksim’in şimdilerde…
Başımıza gelenler bu yüzden mi acaba? Bu yüzden mi, bu kadar çok hırsız, soytarı, riyakar ve yalancısı var tarihimizin?
Bulandırılmış hakikat, bulandırılmış süttür…Şimdi, sonuna kadar hakikat ve sadece hakikat için… Korkmadan, utanmadan ve katlanarak… Sütümüzü berrak kılalım. Helal süt emmiş kardeşlerimizi hatırlayarak…
Helal süt mü arıyorsunuz; Sinan’ın, Hüseyin’in, Mine’nin fotoğraflarına bakın. Ali İsmail’in gülen yüzünü hatırlayın. Erdal’ın son mektubunu okuyun, mezarsız Veysel’in masum şiirini. Ethem’in türküsünü dinleyin gece yarısı başkent metrosunda.
“Su-i misal misal olmaz,” kötü süt örnek olamaz hayatımıza. “Su çatlağını bulur,” biliyorum ve henüz zalimler kazanmadı.
İyiliğe inancınızı kaybetmeyin.