CEMİLE

Annem bahçedeki kümesten yakaladığı tavuğu kestirecek birini arıyor. Babamın hiç o taraklarda bezi yok. İki büyük abim gazozhanede. Bana bakıyor; kitap okuyorum, benden de ümit yok. Yan komşumuz Memiş amca’yı bulmak için kendi kendine söylenerek çıkıp gidiyor. Memiş amca emekli astsubay ve annemle iyi anlaşırlar nedense. Az sonra konuşmalarını duyuyorum. Memiş amca askerine emir veren tarzını hiç bozmadan, kış için aldığı odun ve kömürleri anlatıyor anneme. Nasıl ucuza aldığını, odunların kuruluğunu, kömürlerin hiç tozunun olmamasını falan. Merdivenin altında gördüğüm odunlar geliyor aklıma, cetvelle ölçülmüş gibi düzgün ve hepsi de aynı hizada.

Akşama bütün evi saran tavuk kokusu ve üst kat salona kurulan sofra. Şeküre
Aba’nın Mehmet abi gelecekmiş yemeğe. İstanbul’da Kuleli’de hocaymış. ”Subaylara Rusça öğretiyor” diyor babam, çok önemsemesinin yanı sıra sesine biraz da gizem katarak.
Mehmet Özgül abi’yi ılık bir Eylül akşamı, kucağında kendi çevirdiği Cengiz Aytmatov kitaplarıyla hatırlarım. Yemekten sonra babamla salonun bahçeye açılan kapısının önünde çay içip, eskilerden konuştular. Babam bütün üniversitelilere yaptığı gibi hayranlıkla Mehmet abi’yi dinliyor. Arada sırada ürkek bir şeyler soruyor ve hemen arkasından tekrar, içli bir hayranlık.
Benim gözüm sehpada duran kitaplarda ama. Mehmet abi fark ediyor halimi.
“Nasıl” diyor, “okumayı seviyor musun?”
Babam bu sefer kendinden pek emin ve gururlu:
“Çok sever efendim. Çok güzel okuyor. Bakalım, sonradan bozulmazsa…”
Kitapları alıp yavaşça gidiyorum kovuğuma.
Cemile’yle o gün tanıştım. Aytmatov’un bir çocuğun gözünden anlattığı, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Kırgızistan’ın bir köyünde geçen, yasak bir aşk hikayesi. Aynı çiftlikte çalışan Cemile ve Danyar’ın aşkı. Aragon’un bile “dünyanın en güzel aşk öyküsü” dediği satırlar.
Hikayenin bir yerinde, Danyar oldukça ağır bir çuval buğdayı tartıdan alıp arabaya koymaya çalışınca, Cemile ona çıkışır ve çuvalı birlikte taşımaları gerektiğini söyler. Bundan sonrasını kitaptan okuyalım:

“…Cemile’nin kendisi de Danyar’ın elini tuttu. Ellerini kavuşturarak çuvalı birlikte kaldırırlarken, zavallı Danyar utancından kıpkırmızı oldu. Daha sonra aynı şekilde birbirlerinin ellerini sımsıkı tutarak ve başlarını birbirine dokunacakmış gibi eğerek çuvalları her kaldırışta, Danyar’ın nasıl işkence çektiğini, Cemile’nin yüzüne bakmamak için kendisini nasıl zorladığını, dudaklarını nasıl sıktığını görüyordum. Buna rağmen Cemile, tartıda çuvalları tartan kadınla şakalaşıyor ve Danyar’ın o halinden habersiz gözüküyordu…”

Hikaye devam eder. Danyar’ın türküleriyle güzelleşen bozkır ve Cemile’nin cesareti. Hitler faşizminin dünyayı kana buladığı yıllarda çocuklarını savaşa göndermiş Kırgız halkının, “her buğday tanesi cepheye gidiyor” yazılı ambarların önünde düğün yerine gider gibi toplanmaları, kızlı-erkekli, genci-yaşlısıyla faşizmi dize getiren inançları. Danyar’ın bozkırın ortasındaki dolgun başakları dalgalandıran türküleri, genç yüreğimi de dalgalandırmış, insana olan inancımı tazelemişti…

ANNEM

Biz de çiftçi bir aileydik. Hasat zamanı evin önüne gelen arkası buğday çuvallarıyla yüklü traktörleri iyi hatırlıyorum. “Harar” denilen ve bir kişinin tek başına taşıması mümkün olmayan genişlikte olurdu çuvallar. Annem, evin erkeği oymuş gibi, önce traktörün şoförünü, onu uygun bulmamışsa yoldan geçen güçlü kuvvetli birini çağırır, daha sonra da, onun bileğini bir eliyle yakalayıp, karşısındakinin eliyle de kendi bileğini tutturarak, adeta bir duvar gibi ördüğü bu dört elin üzerine ağır buğday çuvalını yükleyip, evin arkasındaki depoya taşırdı.
Çok uzun yıllar sonra, biraz da kızdırmak için “buğday taşınması” meselesini açarak, sormuştum anneme:
“Yav anne, elin erkeğinin elini, bileğini nasıl tutardın sen öyle, ayıp değil mi?” “Kolçağımın üzerinden tutardım oğlum, değdirir miyim hiç elime?” demiş ve devam etmişti:
“Çalışmanın, işin ayıbı mı olur oğlum. Biz eskiden tarlada, yazıda, yabanda hep ırgatla birlikte olurduk. Kadınlı-erkekli birlikte çalışır, sofraya da birlikte oturur, beraberce yerdik.”

ALEİDA

1958 yılı, Küba. İç savaş yılları. Ufukta devrim gözüküyor. 24 yaşında Küba’lı devrimci öğretmen Aleida, gönüllü olarak Che’nin savaştığı dağlara gidiyor. Üzerinde teslim etmesi gereken paralar var. Paralar Aleida’nın tüm gövdesine bantlanmış. Che’nin yanına vardığında bantları sökemeyen Aleida ondan yardım ister. Yıllar sonra Aleida’ya yazdığı mektupta, bantları sökerken tahriş olmuş tenini görünce neler hissettiğini, nasıl bocaladığını anlatır Che.

Kamptan ayrılmayan Aleida, gerillalara hemşirelik yapar. Bir gün yol kenarında sırtında çantasıyla oturmuş dinlenirken, Che cipiyle gelir durur önünde: “Hadi atla arabaya, çarpışmaya gidiyoruz.”
Arabaya biner ve giderler. “Biniş o biniş” diyor Aleida, “bir daha hiç inmedim o cipten.” Birlikte savaşır ve mücadele ederler. 1 Ocak 1959’da Diktatör Batista’nın bir uçakla Dominik Cumhuriyetine kaçtığı gün, Che Guevara’da Almeida’ya evlenme teklif eder. 2 Haziran 1959’da evlenirler.
Che 1967’de öldürülür. Aleida hala yaşıyor, Che’nin dört çocuğuyla birlikte.

MİNE

Mine, Alaçatılı tütünle uğraşan bir ailenin kızıdır. Buca Eğitim Enstitüsünde öğrenciyken, 12 Eylül darbesinden sonra şehirden ayrılır. 1982 yılının 15 Ekim gecesi, Urla’da bir bağ evinde etrafları sarıldığında içerdeki kızlı-erkekli 15-20 kişiden tek kadın Mine’dir. Çatışarak çemberi yarıp çıkmaya karar verdiklerinde de dışarıya ilk fırlayan odur. Yaylım ateşle öldürülür…

Yine babamla bitireyim ben bu mevzuyu: “…Ekini biçip, buğdayı savurduktan sonra, ürünü çuvallara doldurur pazara götürürdük. Geride, harmanın dibinde, arpa, buğday ve yulafın karışık olduğu, “kesmik” denilen bir yığın kalırdı. Biraz buğday, biraz arpa, biraz da çavdar. Bu karışık ürün pazarda pek para etmez. Çitçiler, hasattan kalan bu karışık ürünü toplar, temizler ve değirmende öğütürler. Bu undan dünyanın en lezzetli, en güzel kokulu ekmeği olur: ”Kesmik unun ekmeği…”

Kızdan erkekten, yaşlıdan gençten, yan yana durandan, birlikte yürüyenden korkanlar! Hala anlamadınız mı; biz kesmik unun ekmeğiyiz… Sizin pazarınızda para etmemek bize ancak gurur verir. Kızlarımız ve oğullarımız yeryüzü sofrasının en has ekmeğidirler. Biraz buğday, biraz arpa, biraz da çavdardırlar. Bazen Deniz, bazen Mine, bazen de Aleida’dırlar. Kızlı erkeklidirler yani. Umudumuz onlardır…