EDİSON

İki gündür aralıksız yağan kar tüm aileyi bir araya toplamıştı. Hepimiz salondaki sobanın etrafına dizilmiş, ortadaki tepsiden kavurga, kuru üzüm ve ceviz yiyorduk. Adam boyunca kar, çarşıya inen tüm yolları kapatmış, fırtına herkesi evin içine hapsetmişti sanki… Tam bu sırada elektrikler gitti. Bir süre hiçbir şey yapmadan sessizce bekledik. Annem kalkarak depo gibi kullandığımız yan odaya geçti. Az sonra camını hohlayarak temizlediği bir gaz lambasıyla döndü. Epeydir kullanılmadığı anlaşılan lambanın kaybolmuş fitilini yavaşça uzattı, abim fitili yaktı ve cam yerleştirildi. Gölgelerimizin uzadığı, hüzünlü bir ışık yayıldı salona. Hiç kimse konuşmuyordu artık. Hızını artıran rüzgar, görünmeyen deliklerden odaya sızıyor, lambada küçük titreşimler yaparak, duvara vuran gölgelerimizi ileri geri oynatıyordu. Annemin, babamın ve ebemin yüzlerine baktım çekildiğim köşeden. Sessiz, içli bir andı. Herkes, uzak ülkelerden tesadüfen bir araya gelmiş seyyahlar gibi oturuyordu odanın ortasında. Bu hal ne kadar sürdü hatırlamıyorum, birden elektrikler geldi. Kamaşan gözlerimizle rüyadan uyanmış gibi baktık birbirimize. Annem bir yandan lambayı söndürüyor, bir yandan da mırıl mırıl bir dua okuyordu:
“Nur içinde yat Edison, mekanın cennet olsun. Allah senden razı olsun…”
Bizim evde annemin en sık kullandığı cümle kalıbı namaz vakitlerine ilişkindir: “İkindi okundu mu?” “Yatsıyı duyan var mı?” “Ezanı duymadım gerçi amma namazımı kılayım…”
Annem, şimdi de Edison’a dualar okuyordu.

AZİZ GUEVARA

Bolivya Dağları’nda küçük bir köy olan Higuera’da yaşayan köylülerden Teresa Royas, ne zaman zorda kalsa, oradaki tüm mucizelerin kendisinden bilindiği, yolcuların koruyucusu ve doğumların yardımcısı “Aziz Ernesto de la Higuera”’ ya dua ediyor. Ernesto Che Guevara’ya yani!

“Aziz Ernesto beni ve ailemi her zaman korudu” diyor Teresa ve devam ediyor; “Bir gün bindiğimiz kamyonetin tekeri patlamıştı. Uçuruma doğru kaymaya başladık. Hemen Aziz Ernesto’ya üç dua okudum. İki dakika sonra, kamyonet durdu.”

Sadece Teresa değil, tüm köylüler, 39 yaşında iken Bolivya dağlarında işbirlikçi faşistlerin suratlarına tükürerek ölüme giden Guevara’nın sözlerini ve mücadelesini, kutsal bir deneyime dönüştürerek yeniden üretmiş ve onu “aziz” ilan etmişler.
Che için, “çok iyi bir kumandandı” diyor köylüler. “Doktordu ve gebe kadınlara yardım ediyordu. Eşitlikten, adaletten ve sağlıktan söz ediyordu ve özellikle yoksulların aç kalmamasını istiyordu. Bizim için öldü o. Aynı İsa gibi. O, gerçek bir azizdi.”

ZAPATA

“Kaybetmekten korkma; kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin” diyen Che’nin ruh kardeşi Zapata da benzer şeyler söylemiş:
“Eviniz yakılırsa yeniden yapın, tahılınız yakıldıysa yeniden ekin. Çocuklarınız ölürse daha çok doğurun. Sizi ovalardan kovarlarsa dağlarda yaşayın ama yaşayın. Özgürlük bir kelime değil, barış bir rüya değil.”
“Toprak ve Özgürlük” şiarıyla binlerce topraksız köylüyü arkasında toplayan Meksikalı devrimci Emiliano Zapata, diktatör Diaz’ın yıkılmasından sonra da, mücadelesini sürdürdü. Onu bir tehlike olarak gören Carranza tarafından pusuya düşürülerek 10 Nisan 1919’da öldürüldü. Zapata’nın cesedi bir kaya üzerine yatırılarak köylülere gösterildi. Onun ölümsüz olduğuna inanan köylüler yine de ikna olmadılar. Cesedi gören tüm köylüler insanın içini ürperten bir gülümseyişle aynı şeyi söylediler:
“Hayır, bu Kumandan Zapata değil… Zapata ölmez ki!”

ÇAKIRCALI
Babası öldürüldüğünde henüz 11 yaşında olan Mehmet, 5-6 sene sonra babasının intikamını almak ve üzerine gelenlere karşı kendini savunmak için yakın arkadaşlarıyla dağa çıktı. Artık Çakırcalı Mehmet Efe’ydi o.
Çakırcalı, eşkiyalığı boyunca, diğer birçok efe gibi varlıklı kişilerden aldığı paraları kendisine yardım eden yoksullara dağıttı. Birçok zengini de köprü, çeşme gibi işler yapmaya zorladı. Bu sayede halkın gözünde kısa sürede efsaneleşti.
1911’de Nazilli Karıncalıdağ’da askerlerle girdiği bir çatışmada öldürüldü. Köylüler, ‘eğer bana bir şey olursa sizi bitirir bunlar, o yüzden benim başımı yok edin’ tembihiyle kafası kesik şekilde Karıncalıdağ’a gömülen Çakıcının öldüğüne hiçbir zaman inanmadılar. 77 arkadaşıyla isyan edip, kısa zamanda binlerce köleden oluşan ordusuyla Roma’yı titreten Spartaküs’ün son savaşta yenilmesine rağmen, öldüğüne hiç inanılmadığı gibi. Spartaküs’ün cesedine hiç ulaşılamadı ve ona ne olduğu asla öğrenilemedi. Halk, o dönemdeki inanışa göre, tanrıların onu koruyarak yanına aldığına inanmıştı.
ERDAL EREN

13 Aralık 1980. Erdal Eren’i yaşını büyütüp astılar.
“… Ölümden korkmadığımı söylemem, yaşamak istemediğim, yaşamaktan bıktığım şeklinde anlaşılmamalı. Elbette ki hayatta olmayı ve mücadele etmeyi arzularım. Ancak karşıma ölüm çıkmışsa, bundan korkmamam, cesaretle karşılamam gerekir. Cezaevinde yapılan (neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi.” Ölmeden önce ailesine yazdığı mektupta bunları söylüyordu Erdal Eren. “Ölümden korkmadığımı söyleyemem” derken, aslında hayata nasıl da bağlandığını anladığımız Erdal… Küçük kardeşimiz… İçimizin sızısı…

Galeano’dan gerçek bir hikaye: “Paris belediyesinin işçileri ellerindeki ağlarla şehirdeki güvercinleri yakalamaktadırlar. Bu sırada elindeki şemsiyeyle orta yaşlı bir kadın öfkeyle saldırır işçilere ve ağlarını parçalar. İşçiler bir yandan kadını engellerken öte yandan da ne olduğunu anlamaya çalışırlar. Kadın bir süre sonra yorulur ve bir duvarın dibine çöker. Uzun bir sessizlikten sonra da konuşur: “Benim oğlum öldü.”
İşçiler çok üzüldüklerini ama bunun yaptıkları işle bir ilgisinin olmadığını söylerler. “Paris’te binlerce güvercin vardır ve bu işi yapmak zorundadırlar…”
Kadın, “anlamıyorsunuz” der, “oğlum ölünce güvercine dönüştü…”
İşçiler suskunlaşarak, bir süre göğü, kaldırımları ve damları dolduran güvercinlere bakarlar. Biri sorunu çözmek için kendince bir yol önerir:
“İyi öyleyse Madam, siz oğlunuzu alıp gidin! Biz de rahatça işimize bakalım.”
Kadın biraz sustuktan sonra acıyla konuşur: “Ama güvercinlerin hangisi benim oğlum, bilmiyorum ki! Zaten bilsem de alıp götürmem onu. Arkadaşlarından ayırmaya ne hakkım var?”

Erdal da güvercin olmuş, diğer güvercinlerin yanına uçmuştur. Sinan’ın,
Hüseyin’in, Mine’nin, Ethem’in yanına…

Bizim kardeşlerimiz vurulduktan sonra da uçan güvercinlerdir. Hiçbir zaman ölmezler. “Halk onları alır, can kafesinin içine sokar, orada besleyip durur can yongasıyla.”

*Alıntılar: Aşık Hüdai
Carme VINYOLES. Liberation, 7 Ekim 1992.(çev. G.Güner)
Cemal SÜREYA “Şapkam Dolu Çiçekle”(Çizgi yay. 1985)
Eduardo GALEANO “Kucaklaşmanın Kitabı”(Can yay.2011)