Ercan Kesal, yeni kitabı “Nasipse Adayız” ile edebiyat severlerle geçtiğimiz günlerde buluştu. Kendisi bir- çoğumuzun beyazperdeden tanıdığı, kameranın önünde ve arkasında yarattıkları ve aydın kimliğiyle öne çıkmış bir isim. Ancak Ercan Hoca’nın sahip olduğu tüm bu sıfatların yanında, hatta önünde gerçek bir edebiyatsever ve yazar olması var. Kendi deyimiyle tüm üreticiliği edebiyattan geliyor. Biz de raflarda okuru bekleyen “Nasipse Adayız” üzerinden, biraz edebiyatı, biraz sanatı ve Türkiye’yi konuştuk. Her zamanki gibi İzmir’e de bolca değindik.

Ercan Kesal tanınmış bir sanatçı. Özgeçmişle başlamasam da yine çok klasik bir giriş yapacağım, yazma fikri nasıl gelişti?

“Önce söz vardı” diye bir ön kabul vardır. Doğrusu pek katılmıyorum. “Önce yazı vardı.” Biraz mübalağa ederek, “Sözler yazının etkisini ve gücünü ortaya koymak için icat edildi, uyduruldu” bile diyebilirim. Bu yüzden söz uçuyor ve yazı kalıyor. Yazma eylemini tetikleyen şey de zaten geçmişte sizden öncekilerin yazdıkları. Geçmişten bugüne kalan eserler. Romanlar, hikâyeler, senaryolar, şiirler, denemeler, günceler ve seyahatnameler… Kitaplar yani. Bu yüzden, yazmaya okuyarak başladım diyebilirim. En iyi yazı öğretmenlerim Dostoyevski, Çehov, Kemal Tahir, Galeano, Marquez, Refik Halit Karay oldular. Yazma eylemine başlatan dürtü ise size dayatılana karşı baş- lattığınız isyandır. Llosa’dan ödünç alırsak: “Kendi kurguladığı yaşamları gerçekliğe yeğleyen kişi böylece hem yaşamı ve gerçek dünyayı olduğu gibi görmeyi dolaylı yoldan eleştirip reddettiğini, hem de bunların yerine kendi hayalinin ve tutkusunun ürünlerini koyma arzusunu belirtmiş olur.” İnsanlar sizi oynadığınız rollerle, senaristli- ğinizle, yani beyazperdeden tanıyor.

Yönetmenlik yapıyorsunuz. Bir de yazarlık. Ercan Kesal oldukça enerjik, üretken biri…

Teşekkürler… Hepsi de edebiyattan besleniyor. Benzetmeyle anlatacak olursam, sanki edebiyat atına binmişim, elimde bir kırbaç, senaryodan oyunculuğa, şiirden hikâyeye, denemeden romana koşturup duruyorum. Edebiyattan hiç inmiyorum ama! Beni her yere edebiyat taşıyor. Tüm gücümü okuduklarımdan ve yazdıklarımdan alıyorum. Bunu besleyense hayat. Yaşadıklarım, gözlemlediklerim. Bunlar insanın sezgisini artırıyor. Sanatın ve yaratıcılığın olmazsa olmazıdır sezgi. El yordamıyla ve kalbine doğan ışıkla yapılan işler daha çarpıcı, naif ve sahici olur.

Başucu kitaplarınız var mı?

Sadece mecazi anlamda değil gerçekten masamın üzerinde, bilgisayarımın hemen yanında ve yatakta komodinin üzerinde sürekli taşıdığım kitaplar vardır. Bir kaç Galeano, Tarkovski’nin “Mühürlenmiş Zaman”ı, bir Çehov ve mutlaka Ergin Günçe’nin şiir kitabı.

“Nasipse Adayız” kitabınızın başında her ne kadar “Tüm bunlar kurmacadır hayat gibi” deseniz de, bir taraftan da bu siyasi olaylar, bizim siyasi kültürümüzde gerçektir, yaşanan şeylerdir, hayat gibi diyebilir miyiz?

Tabii ki… “Sanat hayatı taklit etmeye çalı- şır” deseler de çoğu zaman hayatın gerçekliğinden daha da gerçektirler. Zaten sanat çı, yaşadıklarının, gördüklerinin ve okuduklarının fevkinde daha başka neyi hayal edebilir ki! Yazdıklarımızın tamamı kendi deneyimlerimizden kaynaklanır ve yazar sadece bunları kullanarak yaratabilir. Yazar yazacağı şeyleri kendi seçmez aslında, yazdıkları onu seçmiştir, o kadar! Belki şunu bile söyleyebiliriz: “Ne yazıyorsan o’sun.” Bir söyleşide buna benzer bir örnek vermiştim. Kendini ayaklarından başlayarak yiyip tüketen efsanevi bir canavar vardır. Adı: Catoplepas. Yazar biraz da bu canavara benzer. Kendi hayatını, anılarını ve hayallerini yiyerek üretir. Sonunda da ölür.

“Nasipse Adayız, ülkemizdeki siyasi çekişmeleri, koltuk kavgalarını, sokaktaki insanı, özetle bizi bize ironik bir dille anlatıyor.” Romanda, ana karakterin yanında günlük sorunları olan karakterler var. Bu her şeyiyle Türkiye hikayesi gibi…

Türkiye’nin trajikomik hikâyesi. Ciddi bir üslupla, “humor”a yer vermeden anlatılsa belki, üzerinde epeyce ah vah edilecek, okuyanı depresyona sokacak bir meseleyi, alaycı bir dille anlatmaya çalıştım. Tercih ettiğim biçemin daha yakıcı ve etkileyici olduğunu da biliyorum. Sokaktan aldığımı, cesaret ve samimiyetle doldurup yine soka- ğa, Türkiye insanına geri gönderiyorum. Umarım onlarla yeni ve ümit veren bir buluşma gerçekleştiririm.

 “Nasipse Adayız”da politikaya atılan bir doktorun hikayesi yer alıyor. Buradan hareketle yine çok uzak olmadığınız bir konuya girmek istiyorum. Türkiye’nin genel siyaset havasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kitaptaki kahramanımız; hekim, küçük burjuva, taşrayı iyi bilen ve entelektüel kimliğiyle öne çıkan tipik bir kentlidir. 1950’lerden sonra İstanbul’un kenarında, yeni Anadolu kasabalarının yaratıldığı çarpık kentleşme ürünü semtlerin birinde, geçmişi ve hayalleriyle birlikte yaşamaya, tutunmaya, kendince güç, kuvvet sahibi olmaya çalışmaktadır. 2000’li yılların Türkiye’si ise belki birkaç cümleyle şöyle tarif edilebilir; altı yüz elli yıllık bir imparatorluktan kalan bir avuç toprak. Bu topraklardan yeni bir yurt ve yeni bir ulus yaratmaya çalışan bir kadronun tüm iyi niyetleriyle birlikte önlerine koydukları sorunlu yol haritası. Kuruluş yıllarında denenen ve başarısızlıkla sonuçlanan çok partili demokrasi çalışmaları. 1946 yılıyla başlanan nispeten daha demokratik bir parlamenter sistem. Ama günümüze kadar gelen ve yapısal, temel bir sorun olarak hala yakıcılığını sürdüren siyasi partiler yasası ve parti içi demokrasi meselesi. Bunun sonunda, siyaseten çürümüşlüğün esasında toplumsal çürümüşlüğün bir tezahürü olduğu gerçeği.

Yalnız bir adam ana karakterimiz. Size “Yalnızlık” nedir diye sorsam?

Ezeli ve edebi gerçeğimiz. Mutlak sonumuz ve farkındalığımız. Hepimiz yalnızız.

“Peri Gazozu” kitabınızda, “Bizim kalplerimize insanlığı kim verecek?” diyorsunuz, şimdi ben size sormak istiyorum aynı soruyu. Bizim kalplerimize insanlığı kim veya ne verecek, bunu kim getirecek?

“Ben derdime derman aradım, meğer derdim derman imiş.” Yaramızın merhemi kabuğunun altındadır. Kalbimizin ihtiyacını yine kalbimiz verecek. Kötülüğü de, iyiliği de kimse bir başkasında aramasın. Dönüp, kendi içine baksın. Önce kendimizden başlama cesaretini gösterdiğimizde, zaten bir sürü şey de yoluna girmiş demektir.

İzmir’de okumuşsunuz, sizin için anlamı, hafızanızdaki yeri nedir İzmir’in?

Bir yazımda İzmir için, “olmamış, yarım kalmış hayallerimin masum başkenti” demiştim. Benim başkentim İzmir’dir. 1977 yılında, 18 yaşımda, sabahın çok erken bir saatinde Basmane Bulvarı’nda indim troleybüsten. Bulvarın ucunda deniz vardı. Çok güzel, ılık ve kokulu bir rüzgâr esiyordu yüzüme. Kemeraltı, Saat Kulesi, Karşıyaka vapuru, boyozcular, karadut şerbeti… O dakikada âşık oldum İzmir’e ve hiç bitmedi bu aşkım. İlk gençliğim, ilk sevdam, ilk ayrılığım… Tüm ilklerimin şehridir. 24 yaşımda hekim oldum, ayrıldım İzmir’den. Hayatımın en coşkun, mutlu, pervasız ve hiç kirlenmemiş yıllarını İzmir’de geçirdim. Hiç de kolay geçmeyen, ölümle, zulümle dolu, 80 öncesi yıllardı o yıllar. Fakat nedense, bir tane bile kötü anı yer etmemiş hafızamda. Biliyorum, eninde sonunda İzmir’e döneceğim. Gerçek yurduma…