Ercan Kesal başarılı bir hekim, sinema oyuncusu, senaryo yazarı… Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu, Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Uzak’ filmiyle oyunculuğa adım attı. Aynı yönetmenin ‘Bir Zamanlar Anadolu’ filminde Ebru ve Nuri Bilge Ceylan’la yazdığı senaryo 2011 yılında Asia Pasific Screen Ödülleri’nde ‘En İyi Senaryo’ dalında ödüle aday gösterildi. 20. Altın Koza Film Festivali ve 32. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde ‘Yozgat Blues’ filmindeki performansıyla ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü kazandı.

Kesal’in ilk edebi eseri ‘Peri Gazozu’ İletişim Yayınevi tarafından 2013 yılında basıldı.

‘Peri Gazozu’  duru dili ile fark yaratıyor. Neden ‘Edebiyat Yapmayı’ tercih etmediniz?

Çoğu zaman,  gereğinden fazla duyulan estetik kaygı ve biçimin sürekli öne çıkartılması, asıl hikayeye yük olabilir. ”Süslü” ve “tumturaklı” bir dil, esas meselenin önüne geçer ve okuyucunun gözü kamaşır.  Ondan sonra da sadece kendisine gösterileni görür. Ben, yazarla anlattığı  hikaye arasında mesafe olması gerektiğine inananlardanım. Benim cüssem, hikayeyi gölgelememeli. Bunun yolunun, yapmacıksız, yalın ve sahici bir dilden geçtiğini, anlatmak yerine göstermekle mümkün olabileceğini gördüm. Hikayelerimdeki dil, sokağın, sıradan insanların her zaman ve kendiliğinden kullandıkları dildir. Bu olmazsa olmazımdır. İnsan yaşadığı coğrafyaya benzer, bu yüzden dili de o coğrafyanın dilidir. Daha doğrusu o coğrafyanın derdinin dilidir.

Anılarınızdan oluşan kitabınızda hiç kurguladığınız bir öykü oldu mu?

Ben bir “öz yaşam öyküsü” yazmadım. Yazdıklarımın hepsi gerçek, yaşanmış ve daha sonra kurmaca olarak kağıda aktarılmış hikayelerdir. Kurmaca ya da yaşanmışlık… Esasında, hiç  de birbirinden ayrı şeyler değildir bunlar. Ama, biçim olarak “anı” yazmak isteseydim başka türlü yazardım. Ben hikaye yazmayı tercih ettim. Anıyla karıştırılmasını ise hikayelerimi kendi ağzımdan anlatmama bağlıyorum. Sonuçta, yazarın ne yazarsa yazsın bir tane kaynağı vardır: Belleği… Bellek, sadece “kaynak” olmakla da kalmaz. Tüm hayatımızı belleğimiz şekillendirir. Bergman, “belleksiz bir yaşamın yaşam sayılamayacağını” iddia ederek şunları söyler: “Belleğimiz bizim uyumumuz, varlık nedenimiz, davranışlarımız ve duygularımızdır. Onsuz bir hiçiz!…”

Senaryo yazarlığının etkisini üslubunuzda hissedebiliyoruz. Edebiyat-Sinema ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir süre önce, “senaryo edebi bir metin midir?” başlıklı bir panelde konuşmacıydım. Konuşmamı “sinema edebiyattır, edebiyat da sinemadır” diyerek bitirmiştim. Esasında sinema, tüm yaratıcı sanat dallarının kendine hizmet ettiği, adeta “vakum “ özelliğine sahip çok şanslı ve güçlü bir sanat dalıdır. En sıkı yol arkadaşı da edebiyattır. Senaryo, kendisi de edebi bir metin olmasının ötesinde, tüm edebiyat eserleri de potansiyel birer senaryodur. “Bir edebiyat eseri sinemaya nasıl aktarılır” sorunsalı çok tartışılmış bir mesele. Kısaca söylemek istersem, ben, edebiyat eserlerinin okunduktan sonra bizde bıraktığı duygunun esas alınarak yeni ve özgün bir metnin yazılması gerektiğine inanıyorum. Sinemaya edebiyatçı olarak girdim. Geç ama hızlı bir serüvenim olmuşsa bunu edebiyata borçluyum. İyi bir senarist çok iyi ve sağlam  bir edebiyatçı olmak zorundadır.

Popüler kültürde anlatı belli kalıplara indirgenmiş durumda. Joseph Campbell’in ‘Kahramanın Yolculuğu’na sıkışmış formüllerle entrikalar aktarılıyor. İzleyici-okuyucuya ulaşmanın yegâne yolu bu şablonlara uymak mı sizce?

Hiçbir şablona inanmam ve bağlı kalmam. Tüm mesele,  yazdıklarınızın sizdeki karşılığıdır. Bu yüzden hikayelerimdeki olmazsa olmazım, “samimiyet”tir. Sahici ve yalın olmayan hiçbir şeye  dönüp bakmam. Bir başka konuşmamda da söylemiştim: “Sanat sadece hayatı taklit etmeye çalışır, bu yüzden hayat sanatı eninde sonunda yener!” Gerçeklik ve samimiyetse altın para gibidir, her yerde ışıldar. Okuyucu da mutlaka görür onu…

‘Peri Gazozu’ndaki anılar bir coğrafyanın sosyolojik analizi gibi. Ayrıntıları gözlemlerken ve sade bir dille aktarırken epey çaba harcamış olmalısınız.

Aslında tüm sorularımızın cevabı ayrıntılardadır. Hayatın her alanından sayısız örnek verebilirsiniz buna. Bir bilge’nin dediği gibi ”Her şey çok açık ve parlak, onu bulanık gören biziz.”

Detayların şanssızlığı çoğu zaman görmezden geliyor oluşumuz ya da fark etmeden geçip gitmemiz. Ama, belleğinizle bir kez olsun işbirliğine girmişseniz, artık tüm görüntüler çorap söküğü gibi önünüze serilmeye başlıyor. Hikayeleri kaleme alırken de böyle oldu. Bu kadar canlı ve zengin olmalarına çoğu zaman ben de şaşırıyordum. “Epey çaba harcadım mı?” Doğrusu evet, ama bu daha çok, “metni yüklerinden nasıl kurtarabilirim, süsünden ve edebi ağırlığından nasıl soyabilirim, nasıl daha sade ve samimi yapabilirim” çabasıydı.

Sizi yazmaya iten bir duyguyu paylaşmak mı, bir düşünceyi iletmek mi? ‘Peri Gazozu’nun çıkış noktasını anlatır mısınız?

Yazmaya çok önceleri başladım ve yazmak hayatımda hep oldu. Üniversitede öğrenci iken şiir yazıyor ve dergilere gönderiyordum. Hekim olduktan sonra da bazı dergilerde denemelerim yayımlanıyordu.  Ama sürekli ve düzenli olarak sadece Radikal ve Birgün’e yazdım. Bunları kitap haline getirme fikri İletişim’den Editörüm Tanıl Bora’ya aittir. Kitap, O’nun uyarısı, yönlendirmesi ve çabasıyla ortaya çıkmıştır. Kitabın adı eşim Nazan Kesal’ın önerisidir.

Yaratma sürecinde öncelik verdiğiniz alan hangisi? Senaryo yazarlığı, oyunculuk, köşe yazarlığı?

Senaryo yazarlığı daha çok vakit ayırdığım ve kafa yorduğum bir alan.  Film yapma yolunda,  vazgeçilmez ve çok kıymetli bir üründür senaryo.

Günümüz sanatsal yaratıcılığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Fonksiyonel olup olmaması, gelir getirip getirmemesi ana belirleyici etken mi?

Kapitalizm temas ettiği her şeyi kirletir. İnsanlık da henüz bunun yerine insanca bir sistemi  ikame etmeyi beceremediğine göre, en az zararla bu işleri götürmeye çalışmalıyız. Bunun yanı sıra ben, Tarkovski’nin, “sanatçı Tanrı tarafından özel yetenek bahşedilmiş bir insandır. Ama bu ona ayrıcalık değil, sorumluk ve hizmet etme mecburiyeti yükler” yargısına inananlardanım.

Sizin sevdiğiniz yazarlar ve türler hangileri?

Son dönemde antropoloji ve tarih ağırlıklı kitaplar okudum. Seyahatnameleri çok severim. Günce ve otobiyografileri de tabii ki. Yerli ya da yabancı fark etmez. Yeniden ve birkaç kez okuduğum yazarlar da vardır: Çehov, Sait Faik, Refik Halit, Sabahattin Ali gibi… Rus klasiklerine ise, kitap gibi değil de, yol haritası, pusula gibi bakar, öyle okurum.

Yeni bir kitap çalışmanız olacak mı?

Halen masamda yan yana yürütmeye ve bitirmeye çalıştığım iki kitap, bir de senaryo çalışması var. 2013 bitmeden ve 2014 başlarında birkaç kitap okuruyla buluşabilir.

Yazmaya hevesli gençlere ne tavsiye edersiniz?

Bunu birkaç yerde daha söyledim, tekrar etmekte bir sakınca yok. Ama ben böyle yapıyorum ne yapayım. Onlara tavsiyem: “Az uyuyun, çok okuyun…”

Bülent EFE