“Bütün sanat eserleri belleğe dayanır, belleği billursu bir hale getirmenin, somutlaştırmanın araçlarıdır” diyor Tarkovski. Katılıyorum. Üzerine yerleştiği dut yaprağını yiyerek beslenen ve kozasını ören ipekböceği gibi kendi çocukluğumuzdan, belleğimizden beslenerek büyür ve gelişiriz. Sonra, yine Tarkovski’nin ifadesiyle:”…biriktirdiklerimizi harcar, yetişkin oluruz, olgunluğumuz da artık son noktamızdır.”
ÖLEREK HATIRLANMAK

Refik Halit Karay’ın bir kısım “günce”’sinin de yer aldığı, eski bir kitap bulmuştum sahaflarda. Tekniği ve dilinin güzelliği ile hep ilgimi çekmiştir Karay. Anılarında çok daha güçlü bir biçimde fark ettiğim başka bir özelliği daha vardı ama: kendi içindeki hüznü de ele veren çok muzip bir adamdı. Refik Halit, “Fecri Ati”nin kurucuları arasında yer almış, “Kirpi” takma adıyla taşlama ve mizahi yazılar da yazmış. “Yüz ellilik” diye adlandırılan ve 1924 yılında sürgüne gönderilen muhaliflerden. Uzunca bir süre Halep’te yaşamış. Refik Halit, Halep’te bulunduğu yıllarda, İstanbul’da basılan gazetelere kendiyle ilgili ölüm ilanları veriyor. Bildiğiniz, “Refik Halit Karay’ın Vefat ve Başsağlığı” ilanı.” İlanın ardından da, sözde “ölümünden sonra” kendisi hakkında yazılanları okuyor. Başsağlığı için evini ziyaret edenleri takip ediyor vs. Kendi ifadesiyle, ” kıs kıs gülüyor hallerine.” Sonra da hiçbir şey olmamış gibi “bir yanlışlık olmuş” deyip hayatına devam ediyor. Bunu birkaç kez yaptığı için de, insanlar daha sonra duydukları Refik Halit’li ölüm haberlerine doğal olarak itimat etmiyor, en azından daha temkinli yaklaşıyorlar. Refik Halit 1965 yılında hayatını kaybetti. Onu tanıyanların uzunca bir süre nasıl ikirciklendiklerini tahmin edebilirsiniz. Esasında, yaşadığı sürgünün tabii sonucu olarak unutulduğunu gören Refik Halit, ara sıra “ölerek” hatırlatıyordu kendini.

KESKİN 1984

1984 yılının Kasım ayında, Bakanlığın loş toplantı salonunda, mecburi hizmet kura çekimleri yapılıyordu. Temmuz kurasında, dönem arkadaşlarımın çoğu doğu ve güneydoğu Anadolu’daki ücra sağlık ocaklarına gitmişlerdi. Biraz da böyle bir beklentiyle girdiğim salondan “Ankara Keskin Ceritmüminli Sağlık Ocağı” tayin emriyle çıktım.
Ertesi hafta, Ankara’nın meşhur AŞOT terminalinden bindiğim “Mermerler Seyahat”in otobüsünden, Keskin yol ayrımında indim.
Elimde bavulum, cebimde “Cumhuriyet” gazetesi, caddeden aşağıya doğru yürüyerek köy dolmuşlarının kalktığı minibüs durağını buldum. Köye her gün sadece bir minibüs kalkarmış. Minibüsü beklerken Devlet Hastanesine uğradım. Hastane başhekimi Mevlüt Abi’yle tanıştım. Çay ikram etti, konuştuk. Merkezde hekime ihtiyacı olduğunu söyledi. O akşam köyde kalmadım, Keskin’e döndüm. Bir ay sonra da hastanenin eski bir odasına yerleşmiş, geçici görevle Keskin merkeze tayin edilmiştim.
İşte o günlerde günceme yazdıklarım:

”23 nisan 1985 Keskin,
Bu gece günlüğümün ilk yazısına başlıyorum.Çok daha önceden(kurayı çekip Keskin’e gelmeden önce) karar verdiğim günlük tutma işini kesinlikle gerçekleştirmeye ve yürütmeye kararlıyım.Günlük tamamen, hekimlik özelinde yaptığım ve yapacağım işleri kapsayacak. Beni çok etkileyen ve mutlaka yazmam gereken şeyleri de içine alabilir. Bu anlamda bu akşam sıraladığım bazı notları ve çalışma programını yazmak istiyorum. Bu işlere yarından itibaren girişecek ve sonuçlarını takip edeceğim. Merkez sağlık ocağına bağlı sağlık ocak ve sağlık evlerinin denetimi. Ceritmüminli sağlık Ocağı: Hizmetli,ocağın durumu,lojmanın durumu.Çelebi sağlık Ocağı: Temizlik, denetim, hizmetli, sekreter. Köprüköy sağlık evi: Ebenin ziyareti. Hizmet içi eğitim, seminer çalışması, sağlık ocağı, sağlık kurulu. Böyle bir kurul oluşturmak mümkün mü?
Mevlüt abiyle konuşacağım..Ocak kütüphanesi, kitap dolabı? Tanıdık bir marangoza hediye şeklinde yaptırılabilir mi? Araştıracağım. Ocağa pano yaptıracağım. Çalışmalar ve duyurular için gerekebilir…
Dernek yararına bir eğlence gecesi düzenlenebilir mi? Bakalım…Yarına Allah kerim.”

Kasabada bulunuşumun altıncı ayıydı galiba. Bir cinayet işlenmişti. Katiller cesedi kasabanın epey uzağında bir tarlaya gömmüşler ve ortadan kaybolmuşlardı. Fakat iki gün içerisinde yakalanmışlar ve suçlarını da itiraf etmişlerdi.
Biz o gün akşam saatlerinde, üç araba dolusu insan, komiser, savcı, diğer görevliler ve yanımızda katillerle, “cesedi bulmak” için başlayan ve sabaha kadar süren tuhaf bir yolculuk yaptık. Beni çok etkileyen ve uzun yıllar zihnimden çıkmayan bir yolculuktu bu. O gece yolculuğunun belleğimde bıraktığı izleri de takip ederek, kasaba hayatı ile ilgili şunları yazmıştım: “Kasabalarda hayat bozkırda yapılan yolculuklara benzer. Her tepenin ardında “yeni ve farklı bir şey” çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar.” Bu satırlar, yirmi beş yıl sonra “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmini çekmek için gittiğimiz aynı mekanlarda, bizim yol haritamız olacaktı.

KESKİN 2009

Yirmi beş yıl önce hekim kimliğimle gittiğim bir yere, şimdi sinemacı kimliğimle gitmiştim ve yirmi beş yıl sonra “günce”me şunları yazıyordum:

“17.11.2009 Salı
Keskin,
Sabah saat 04.00 gibi Keskin girişindeyiz. Güneşin doğmasını ve araçların kasabaya girişini çekeceğiz. Kasabada henüz kimse uyanmamış. Caddeyi boydan boya birkaç kez yürüdüm, tuhaf duygular içindeyim. Yirmi beş sene sonra, elli yaşında, bu sefer çok farklı bir nedenle yine yürüyorum bu caddeyi boydan boya. Yirmi beş sene önce ev ve muayenehane olarak kullandığım
binaya bakıyorum. Benim ev noter olmuş. Caddede kimseler yok. Birazdan gün ağaracak ve kasabalı gündelik hayatına başlayacak.
Saat 06.30 gibi çekimler başladı…..”

ÖLMEDEN HATIRLANMAK

29 Ekim 2009 Perşembe günü, civardaki köylerden birine gittik. ”Muhtar Ev” sahnelerini çekeceğiz. Geniş avlulu bir köy evindeyiz. Sahne için rüzgar gerekiyor. Köyden traktör sahibi bir köylü ve fan makinası getirmişler. Adamın işi sabaha kadar bizimle birlikte sette kalmak ve rüzgar gerektikçe gaza basıp fan makinasını çalıştırmak. Set aralarında yanına gidiyorum, sigara içip, laflıyoruz. Benim üzerimde “muhtar” giysisi olduğundan tanımıyor ve galiba gerçekten de başka bir köyden getirilmiş muhtar olduğumu düşünüyor. Benimle yaşıt. Demek ki 1984 yılında o da yirmi beş yaşlarındaymış. Beni tanımadan, yirmi beş sene önceki Dr. Ercan Kesal üzerine, film bahsini de açarak epeyce konuştuk. Kendi ifadesiyle, “Dr.Ercan Kesal’ı iyi tanıyor”du. Artık bir başkasından, belki de ölmüş birinden söz eder gibi uzun uzun benden söz etti ve benim de hatırlamadığım anılarımı, başımdan geçenleri, benim nasıl birisi olduğumu anlattı. Benden değil de, bir başkasından söz ediyormuş gibi dinledim onu. “Hatırlamanın, aynı zamanda unutmak” olduğunu da fark ederek. Keskin’li köylüyle, yirmi beş yıl sonra hatırladıklarımızı, yirmi beş yıllık birikimimizle yeniden karıştırıyor, oradan yeni bir “gerçek” yaratıyorduk. Ondan kendimle ilgili şeyleri dinlemek, R.H.Karay’ın kendi ölüm ilanından sonra hakkında söylenenleri dinlemesi gibi bir şeydi.

HANGİSİ GERÇEK

Keskin’de, film çekimi boyunca, o yıllardan kalan arkadaşlarım, eski personelim, kasabanın beni hatırlayan esnafları, ellerinde bazı fotoğraflarla sık sık ziyaretime geldiler. Bu ziyaretlerden beni en çok etkileyen, o yıllarda şoförlüğümü yapan Gara Gazi’nin gelişi oldu. Gazi Abi’yi (filmde Arap Ali) Ahmet Mümtaz Taylan oynuyordu ve Ahmet, Gazi Abi’nin artık yaşamadığını düşünüyordu. Gazi Abi ise masada hemen yanı başında oturan kişinin kendisinin yirmi beş sene önceki halini oynadığını bilmiyordu. Birbirleriyle tanıştırmadım ve gerçeği söylemedim. Üçümüz sohbet ettik. Hayata ve ölüme dair. Hayatımız biricikti, tekrar edilemezdi ve çok “gerçek”ti. Ama, sinemanın kendi gerçeği, “hayatın gerçeğinden” daha da “gerçek” olabiliyordu pekala! Peki, “gerçeği” yeniden yazarken, aslında “gerçeği” de bozmuş olmuyor muyduk? Her seferinde, elimizdeki parçaları yeniden ve kendi icat ettiğimiz bir “puzzle” gibi dizip, yeniden oluşturduğumuz “gerçeğe” şaşırarak bakıyorduk işte…