DELİ YÜZBAŞI

Ortaokul bir ya da ikinci sınıfa gidiyoruz. Matematikçi Hikmet Bey, yüzünde hiç de masum olmayan bir gülümsemeyle bize bakıyor.  Ağzına kadar denklem, permütasyon ve kombinasyon dolu acayip bir ödev vermiş, çözümleri de yarına istiyor. Bakalım ne yapacağız?

Son dersten sonra, elimizde matematik defterleri, üç arkadaş, Karaseki’ye doğru yürüdük.

Eve uğrayıp sucuk, kuru üzüm, bir kaç tane de “keskiç” almıştım. Basri, babasının dükkândan iki şişe “Derdalan” şarabı, biraz fıstık içi, Ertaş da ebesinden “köftür” almıştı galiba.

Yol boyunca bastıramadığım bir korkuyla, ikide bir soruyorum Basri’ye: “Oğlum adam bi’ şey yapmasın bize?”

Kasabadan epey uzaklaşmıştık bu arada. “Damönü” denilen mevkide, oralarda bolca bulunan kaya mağaralardan birine yaklaştık. Mağaranın önüne yayılıp yatmış köpeklerden birkaç tanesi, kafalarını kaldırarak bize doğru havlamaya başladılar. Zaten hep korkarım köpeklerden. Başından beri yanlış bir iş yaptığımızı düşünerek geldiğimiz yola doğru bakıyorum, şimdi şurdan koşmaya başlasam köpekler yetişir mi acaba?

Basri yerden taş alıp atacak gibi yaparken, mağaranın içinden, üzerinde rengini çoktan kaybetmiş kirli bir palto, ayağında eskimiş botlarıyla, sakallı, seyrek saçlı, uzunca boylu bir adam çıktı. Eliyle küçük bir işaret yaparak, saldırmaya hazır halde bağrışan köpekleri susturdu. En cesurumuz Basri, yanına gitti adamın ve az sonra da bizi çağırdı.

Mağarada köpekleriyle yaşayan adam, kasabada “Deli Yüzbaşı” diye bilinen birisiydi ve biz adama Hikmet Bey’in verdiği problemleri çözdürmeye gelmiştik.

Deli Yüzbaşı’yı daha önceden bir kez görmüştüm. Halit Ağa’nın ekmek fırınından, kendi için mi, yoksa yanında sürekli gezdirdiği beş altı köpeği için mi bilemediğim, büyükçe bir torbaya doldurduğu bayat ekmekleri alıp, etrafına bakmadan Karaseki yoluna doğru hızlı adımlarla uzaklaşıp gitmişti. Yazları bağ ve bahçelerden elma, üzüm, karpuz alarak karnını doyurduğunu, ama karşılığında mutlaka o bağda ücretsiz çalıştığını söylerlerdi.

Köpekler uysalca uzandılar ateşin yanına. Basri getirdiğimiz yiyecekleri mağaranın içinde bir yere bıraktı. Mağaranın önüne, artık sönmeye yüz tutmuş ateşin yanındaki taşlara oturduk. “Deli Yüzbaşı” okuduğum matematik problemlerini, elindeki değneğiyle toprağa şekiller çizerek dinledi. Bir daha okuttu. Biraz durdu, düşündü ve başladı konuşmaya: “Bak şimdi, burada suyun taşıma kuvveti…”

Akşam iyice inmiş, sarı, kızıl bir renk tüm bozkıra çökmüştü, Bir süre sonra işimiz bitti. Hiç konuşmadan, tepeden aşağıya kasabaya uzanan toprak yolda sessizce yürüdük. Eve vardığımda babamı camekânda otururken buldum. Philips radyomuzdan gelen akşam ajansının sesi tüm salonu doldurmuştu. Havada akşamhayır çiçeklerinin kokusu geziyor, bahçede ağzına kadar suyla dolu havuzun sureti salonun camlarına yansımış, sallanıyordu.

Babam sormadan konuştum:

“Deli Yüzbaşı’ya gittik bugün.”

“İsmail’e mi?”

“Adı İsmail mi onun?”

Kafasını salladı hafifçe. Sonra, “niye?” der gibi baktı yüzüme.

“Matematik problemini çözememiştik, ona yaptırdık!”

“Çözmüştür mutlaka” dedi babam.

“Evet” dedim,  “Çözdü.”

Bir süre konuşmadık. Ajans bitmiş, “hafif Batı müziği” başlamıştı radyoda.

“Niye böyle yaşıyor baba?”

Bir süre dalgınca gözlüğünün camını sildi babam. Sonra cevapladı sorumu:

“Kimseye benzemediği için oğlum… Düşündüğü gibi yaşadığı için!”

ALBİNO, BOYALI KUŞ VE ZİLLİ KURT  
Albinizm, genetik özelliğe sahip, metabolik bir hastalıktır. Her canlıda, cilde, saça ve gözlere rengini veren melanin adlı pigmentler, albinolarda yoktur.

1949’da Mali’de soylu bir ailede dünyaya gelen Salif Keita da bir albino olarak doğdu. Albinoların uğursuz olduğuna ve öldürülmesi gerektiğine inananlardan korumak için, ailesi Keita’yı herkesten sakladı.

Keita yıllarca toplumdan ayrı ve yalnız yaşadı. Hayatında yalnızca kitaplar ve müzik vardı. Ama, sesi çok etkileyiciydi ve şarkı söylemek istiyordu.

Ailesine göre ise, soylu biri asla şarkı söyleyemezdi ve bunu sadece aşağı sınıftan insanlar yapabilirdi. Keita her şeye rağmen, tüm bunlara direnerek düşündüğü ve dilediği gibi yaşadı. Dünyaya, Bambara dilinde, “Folon”  “Yamore” ve “Madan” gibi mucizeler hediye etti.

Salif Keita, kabilesinin boyalı kuşuydu.

Polonyalı yazar Jerzy Kosinski, “Boyalı Kuş” kitabında, kuşçu Lekh’in, zalim eylemini anlatır:

“Lekh, uzun uzun ve günlerce düşündükten sonra en güzel kuşlardan birini seçerdi… Sonra kuşun başını kanatlarını boynunu ebemkuşağı renkleriyle bezer, tüylerine bir demet yabani çiçeğin göz kamaştırıcı parlaklığını verirdi. Ormanda epey ilerledikten sonra kuşu bileğinden çözüp bana verir ve ayaklarından tutarak sallamamı isterdi. Boyalı kuş söylenir durur, bağrışına gelen bir sürü kuş tepemizde dönmeye başlardı. Yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı mutlu ve özgür yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri bir süre şaşkın bakarken, benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi.”

Bizde de boyalı kuş metaforuna çok benzeyen bir hikâye vardır: “Zilli Kurt”

Anadolu’da koyun sürüsüne saldıran kurtlar bir koyunu almakla yetinmez, bütün bir sürüyü yaralayarak kaçarlarmış. Kurdun yaraladığı koyun da iflah olmaz, mutlaka ölürmüş. Böyle zamanlarda, kurtların peşine düşen köylüler birini yakalarlarsa eğer, sağlam bir zincirle kurdun boğazına zil takar, serbest bırakırlarmış. Kurt, hiç bir canlıya, koyuna keçiye yaklaşamadığı için açlıktan ölürmüş.

Muktedirler bu yöntemi köylülerden öğrenmiş olacaklar ki, kendilerine karşı çıkan her mazlumun boynuna bir zil takıp bırakıyorlar hayata.

Afrikalı büyücüler de, çok uzun yaşamak isteyen zenginlere,  içinde albino elleri, ayakları, gözleri veya kafa derisi bulunan iksirleri içirmeye devam ediyorlar. Albinolar yaşarken değil, ölüp bir iksire karıştırıldıkları zaman işe yarıyorlar ve bu yüzden albino cinayetleri bitmiyor.

CHE GUEVARA  
Oğlumla yan yana, birbirimize sokulmuş oturuyoruz kitaplıktaki divanda. Akşamın geç saatleri. Uyumak istemiyor ve sürekli küçük numaralarla beni oyalamaya çalışıyor. Annesinin üniversiteden gelişini bekliyor, onu görmeden yatmayacak belli ki. Ben de çok ısrar etmiyorum doğrusu. Sessiz ve güzel saatler. Oturduğumuz yerden tam karşımızdaki kitap dolabının kapağındaki camın kenarına sıkıştırılmış büyük boy bir resme bakıyor birden ve daha önce hiç fark etmediğim bir merakla heceliyor:

“Che Gu-e-va-ra… Bu adam kim baba?”

“O bir…”

“Devrimci” mi desem, “sosyalist” mi desem diye düşünüyorum şimşek hızıyla, ikisinden de vazgeçiyorum sonra.

“O, iyi bir insan oğlum.”

Biraz duruyor ve son zamanlarda diline pelesenk ettiği bir cümleyle devam ediyor:

“Seviyor musun onu?”

“Çok…”

“Niye seviyorsun?”

Kendince karşılaştırıp, sonuçlar çıkartacak galiba.

“Dedim ya, iyi bir insan. Çalışkan, cesur ve yardımsever biri…”

“Peki, nerde yaşıyor şimdi?”

“Artık yaşamıyor oğlum… Öldü… Öldürdüler…”

“Niye öldü?”

Aklıma babam geliyor nedense… Belki de en doğru cevabı hatırlattığı için:

“Kimseye benzemediği için oğlum… Düşündüğü gibi yaşadığı için…”