Kasabada geçirdiğim dördüncü yılın sonunda; garip ama, burada doğduğumu, burada büyüyüp doktor olduğumu ve bu yüzden burada yaşayıp, en sonunda burada öleceğimi düşünmeye başlamıştım.

Yasa gereği başka bir şehre tayin edemedikleri için ilk çalıştığım yere çok yakın olan bu kasabaya gönderilmiştim. Yersiz yurtsuzdum. Sürgündüm. Ne buraya aittim, ne de başka bir yere.

Bir misafir gibi geldiğim bu kasabadan, en erken zamanda gidecektim ama ne tuhaf,  hep burada kalacağıma inanıyordum artık. Belki de bu yüzden, gitmek için hiç bir şey yapmadığım halde, ertesi sabah ayrılacakmış gibi hazır tutuyordum eşyalarımı ve bir daha dönmeyecekmiş gibi çarptığım lojmanın kapısını her akşam derin bir çaresizlikle yeniden açıyordum.

Toz, toprak ve kavurucu sıcaklarla geçen malum bir yaz mevsiminin sıradan bir günüydü ve hafta sonuydu. Kasabanın tek caddesinin en ucunda, köy minibüslerinin kalktığı yerin hemen karşısında, traktör garajından bozma muayenehanemde oturuyordum.

Kavurucu sıcağın bittiği, havanın birazdan kışı hiç aratmayacak bir soğuğa döneceği, ikindi ile akşam arası bir vakit. Babasının, galiba benim kasap ya da berberlik gibi bir işe sahip olduğumu düşünüp, “yanında dursun hocam, bi’ meslek sahibi olur hiç olmazsa” diyerek bırakıp gittiği Adem, kapının önünde, elini beline dayamış, gelen geçen traktörlere bakıyor. Odada benimle beraber bir kişi daha var. Sağlık ocağının kıdemli sağlık memuru, daha doğrusu sıtma savaş memuru Veysi. Sağlık ocağında yaptığı gibi, yüzünde anlamsız ama ona yakışan bir tebessümle bir saattir oturuyor. Hiç konuşmadan orada öylece durduğu halde, ikimiz de bundan rahatsız değiliz.

Her şey olağan ve olması gerektiği gibi sanki.

Sıcağın, sineklerin ve tozun yapışkan bir uyumla buluşarak havada yarattığı tuhaf huzur, kapının önüne hızla gelerek duran eski bir köy minibüsünün sesiyle bozuldu.

Minibüsün telaşla açılan kapısından, kollarına girmiş iki adamla birlikte; titremekten yerinde duramayan, şişman, esmer, kısa boylu bir adam indi.

Adam ve yanındaki iki kişi, hep birlikte sığmaya çalışarak, zavallı muayenehanemin daracık kapısından içeriye düşer gibi girdiler.

“Nereye yatıralım?” dedi refakatçilerden birisi, bu durumdan bir an önce kurtulmak istediğini belli eden bir sesle.

Adem, çoktan onlardan önce içeri girip, odayı ikiye bölen kadife perdeyi sıyırmıştı.

Adamı yatırdık sedyeye. Hemen muayeneye başladım. O kadar titriyordu ki, dinleme aletini vücudunda sabit bir yerde tutamıyordum. Cayır cayır da yanıyordu bir yandan.

“Adem, alkol şişesini ver oğlum!”

Önce alkollü bezlerle başlayan ateş düşürme operasyonu, giderek adamın başından aşağıya alkol şişesini boca etmeye kadar vardı, lakin hiç bir işe yaramadı. Damardan bir ateş düşürücü yapmalıydım belki.

Çaresizlikten ne yapacağımı bilemez bir halde çırpınırken, bir ara sağ omzumun üzerinden Veysi’yi fark ettim. Çoktan unutmuştum ben onu. Baktım, bir şeyler söylüyor:

“Hocam, bu adam sıtma olmasın?”

“Ha!.. Sıtma mı?.. Ne sıtması yav!”

Tekrar döndüm adama… “Bizim sıtmacı Veysi’nin bildiği bir tek soru var, her sınavda o çıksın istiyor” diye geçirdim içimden.

Fakat ateşi de düşüremiyordum bir yandan.

Veysi’nin sesini duydum yeniden, hastanın yanındakilere bir şeyler soruyor:

“Hemşerim, nereli bu adam?”

Kulağım onlarda artık, çaktırmadan dinliyorum konuşulanları.

Adam Adanalıymış… Biçerdöver şoförüymüş. Köse Mehmet’in tarlasını işliyorlarmış. Geçen hafta da olmuş buna benzer bir şey ama, kendiliğinden geçmiş. Bu sefer pek fenaymış, ne yapsalar geçmemiş.

Alkol şişesini bırakıp, yavaşça döndüm Veysi’ye:

“Hakkaten sıtma olabilir mi Veysi?”

Veysi, her daim yanında taşıdığı tuhaf çantasının fermuarını açtı tüm sakinliğiyle. Oradan birkaç tablet hap çıkarttı. Bir bardak suyla içirdi adama.

“Bu sıtma, hocam” dedi sonra. “Kininden başkası düşürmez bunun ateşini…”

• • •

Nerden nereye!..

Arkadaşlarımın, ertesi sabah “nasıl olsa devrim olacak” deyip, anatomi vizesine bile çalışmadığı günlerin masumiyetinden, sürek avına çıkmış çakallar tarafından, birer birer zalim bir sakinlikle avlandıkları günlere düştük.

Sağ yakaladıklarını, önce işkence tezgâhlarından geçirdiler; ölen öldü, kalanları, adına Mamak denilen, Diyarbakır denilen insanlığın utanç abidesi zindanlarına gömdüler. Lağımlara batırdılar, soğuk betonlara yatırdılar, köpekli çuvallara koydular.

Kadın erkek, genç yaşlı, içimizdeki ferahlığı karanfil kokularıyla gökyüzüne savurduğumuz Mayıs günlerinden, panzerlerle, silahlarla yokuşlarda sıkıştırılıp, öldürüldüğümüz provokasyonlara düştük.

Kardeşlerimin, arkası açık kamyonetlere doldurulup Kazancı’dan Taksim İlk Yardım’a taşınan bedenleri, kanlı bir iz bıraktı Sıraselviler boyunca ve kalbimizin üzerinde.

Bin yıldır, aynı sokaklarda yürüyüp, aynı meydanlarda buluştuğumuz, aynı kahvelerde yan yana çay içip, sohbet ettiğimiz bir şehrin caddelerinden, kapısı penceresi baltalarla kırılıp acımadan katledildiğimiz evlere düştük.

Maraş’ta, Çorum’da sahneledikleri ölüm oyununun miadı doldu zannetmiştik, meğer yetmemiş, Sivas’ta da oynadılar aynı oyunu ve otuz beş insanın masum bedeni, yanmış otel halılarının üzerine sıralandı, yan yana.

Sevdiğimizin beline sarılıp umutla yürüdüğümüz sokaklardan, gece yarıları tekinsiz saatlerde, sorgusuz sualsiz götürüldüğümüz işkencehanelere düştük.

Kötülüğün sınırlarını test ettiler, öldürdüler, sonra da pencereden attılar, kendisi atladı diyerek…

Haziran günlerinde, içlerinin olanca ateşiyle sokaklara çıkan oğullarımızın, kızlarımızın üzerine, tüm nefret ve silahlarıyla saldırdılar, tekmelediler, vurdular, öldürdüler.

Meydanları, caddeleri, sinemaları, anılarımızı sildiler.

Çevresini, ucuz işgücü deposu, kara duvarlı, sefil mahallelerle, içine kapanmış, yüksek güvenlikli  semtlerin kuşattığı şehirlere hapsolduk.

Yeni misafirlerimiz, sokaklarda elini açmış ekmek dilenen, yok edilmiş bir halkın güzel yüzlü, kederli çocukları.

Emeğe, masumiyete ve inceliğe yer kalmadı ülkemde.

Havamız kirli, toprağımız verimsiz, bulutumuz asitli, şelalemiz mahpus, ırmağımız şaşkın, ağacımız kesilmiş, ormanımız yol olmuş,

“Gazeteler, rotatifler yalan söylüyor.”

İnsan kalbi değil rakamlar hükmediyor hayatımıza ve artık sadece istatistikleri var bu ülkenin.

Zihnimiz yaşadıklarımızla ağzına kadar dolu ve çocuklarımız için kaygılıyız. Suçluyuz ve kederliyiz.

Titriyoruz, çünkü içimizde zulmün artıkları…

Titriyoruz, çünkü alnımızda kaybettiklerimizin ve anılarımızın ateşi…

Şimdi omzumuzun üzerinden eğilip, konuşsa birisi:

“Ancak, umudun ve iyiliğe inancın rüzgârı düşürür bu ülkenin ateşini, başkası düşürmez!”