İNSANIN KARANLIĞI VE FREUD

freuds.

Nilüfer GÜNGÖRMÜŞ ERDEM

İnsanın karanlığı biraz da insanın çocukluğu demek.

Freud, Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme’sinde (1905) çocukluk kaygılarının kökenlerini irdelediği bölümde, ileri sürdüğü görüşlere örnek olarak bir gece kendisinin duymuş olduğu, üç yaşındaki bir çocukla teyzesi arasında geçen şu konuşmayı aktarır: Çocuk gece karanlıkta yattığı odadan seslenir. “Teyzecim konuş benimle. Korkuyorum, çok karanlık. Teyzesi “Ne faydası olacak” der, “beni görmüyorsun ki”. “Olsun” der çocuk, “biri konuşunca aydınlık oluyor”. (sf 224)

Sayısız anne-babanın, hepimizin çocuklardan farklı biçimlerde, defalarca duyduğumuz bu sözler ve her evde yaşanan bu küçük sahne Freud’un geliştirdiği psikanaliz kuramı, tekniği ve uygulamasını bütün özellikleriyle anlatan bir metafor gibidir. Freud’un anıldığı bu toplantıda, bu küçük çocuğun sözlerinden yola çıkarak, Freud’un bulgularının, insanın karanlık yanının anlaşılmasına katkılarından bahsetmek istiyorum ve bu yolla psikanaliz kuramı, tekniği ve uygulamasının belli başlı bazı yönlerine de değinmeyi umuyorum.

Biliyorsunuz psikanaliz insanın karanlığına ve çocukluğuna dönüp bakmayı önererek ortaya çıkmıştır. İnsanın karanlığı kavramının biraz muğlak olduğunun farkındayım. Psikanaliz öncesi başka disiplinlere veya dinin, felsefenin, sanat ve edebiyatın yaklaşımlarına baktığımız zaman insandaki bilinmeyen kısımla, yani karanlıkla, dış dünyadaki bilinmeyenin çoğu zaman iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Veya insandaki bilinmezlerin dış dünyaya yansıtılarak temsil edildiğini ve bu temsiller aracılığıyla dolaylı yoldan irdelendiğini görüyoruz. Fakat bu açıklama biçimi bile önce psikanaliz kuramının olmasını gerektiren bir bakış açısından dile geliyor. İnsanın dış dünyanın ögeleriyle temsil edilen, yeterince anlaşılamayan veya ürkütücü görünen yönlerini doğrudan doğruya insanla ilişkilendirerek “insanın karanlığı” diyebilmemizi mümkün kılan psikanalitik kuramın kendisi olmuştur. Ve bu karanlık yönü başka disiplinlerde veya kültürel ürünlerde ifade bulduğu biçimiyle saptayıp irdelemenin araçlarını veren de yine psikanaliz kuramıdır. Dolayısıyla, farklı farklı isimleri olan yaşantıları, birbirinden uzak temsilleri hemen yanı başımızda, “insanın karanlığı” dediğimiz yerde bir araya getiren psikanalizin bakış açısıdır. Benim burada kastettiğim karanlığın içeriği bu bakış açısıyla bir araya gelmiş ögelerden oluşuyor. Yani hem korkularımızı içeriyor hem özlemlerimizi. Hem ürkütücü olanı ifade ediyor hem esin kaynağı olanı. Masallardaki cadılarla da temsil edilebilir, uzaybilimin karadelikleriyle de, dinlerdeki şeytanla da… Deliliğimize de işaret edebilir yaratıcılığımıza veya bilmediğimiz, keşfetmeyi umduğumuz bedensel ve ruhsal kapasitelerimize de…

Psikanalize göre karanlığımız öncelikle bilinçdışımızdır. Bilinçdışımız hem istenmeyen düşüncelerin duyguların atıldığı bir tavanarası ya da bodrum katı gibidir, hem de biz farkına varmasak bile içinde zengin bağlantıların kurulduğu dinamik bir yapıya sahiptir. Bilinçli benliğimizi besleyen, onun canlılığını, zenginliğini sağlayan bir kaynak oluşturur. Freud bu tanımlamasıyla, o güne kadar farklı disiplinler, sanat ve din tarafından farklı biçimlerde irdelenerek anlaşılmaya ve üzerinde hakimiyet kurulmaya çalışılan karanlığımıza bir isim ve yer bahşeder. Bu yer bizim içimizdedir. Karanlık malzemesiyle biz onu her ne kadar pencerenin camındaki ürkütücü gölgelere, girmeye korktuğumuz odaların karanlığına veya gece göğünün kopkoyu boşluğa yansıtsak da, onu yatağın altından bizi tutup çekiverecekmiş gibi gelen korkunç yaratıklarla, masalları, hikâyeleri, efsaneleri, romanları dolduran karanlıksever varlıklarla, tuhaf, suçlu, kusurlu adamlar ve kadınlarla temsil etsek de, dış dünyaya değil, bizim iç dünyamıza aittir.

Görünmeyeni görünür hale getirmek için simgelere ihtiyacımız vardır. Bilinçdışı da bu anlamda simgesel bir tanımlamadır. Ve yine simgesel olan ruhsallığın tarif edilmesine imkân veren en önemli ögedir. Böylece karanlığımız denen ürkütücü alandan ruhsallığımız denen ele alınabilir, irdelenebilir, üzerinde çalışılıp düzenlenebilir alana geçeriz. Bunu mümkün kılan insan zihninin simgeler yaratabilme yetisi ve başta dil olmak üzere simgesel sistemler kurma eğilimidir. Psikanaliz kuramının kendisi de, başka bütün kuramlar gibi simgesel bir sistemdir. Ve tıpkı “biri konuşunca aydınlık oluyor” diyen küçük çocuğun ima ettiği gibi, bizim için karanlık olan bir yeri ve içeriği konuşulabilir kelimelerle ve kavramlarla aydınlık hale getirme amacındadır.

***

Freud 1919 tarihli Tekinsizlik (Unheimlich) üzerine makalesinde, insanın karanlığını başka bir kavramlaştırmayla, beklenmedik anlarda kendini gösterip bizde tuhaf bir tedirginlik duygusu yaratan karanlık ikizimiz olarak ele alır. Bunu “tekinsizlik” yaşantısıyla tanımlar ve tarif eder.

Tekinsiz, vaktiyle tanıdık olanın bize yabancılaşmasıdır. Evin içindeki, evden biri olan yabancıdır. Kendi evimizde karşımıza çıkıp bizi irkiltir, ürkütür. İnsanın beklenmedik bir anda aynada kendi görüntüsüyle karşılaşması gibidir. Bu tanıdık olan yabancı, sıradan bir yabancıdan daha ürkütücüdür. Freud, tekinsizlik yaşantısının ortaya çıkışını açıklayabilmek için hastalarıyla gözlemlerinden ve rüya analizlerinden elde ettiği, ruhsal dünyanın yasalarına ilişkin bilgisini kullanır. Bilinçdışında bir “tekrar otomatizminin” hüküm sürdüğünü hatırlatır. Dürtülerin kendilerine özgü niteliklerinden kaynaklanan bu otomatizm, haz ilkesine rağmen, haz ilkesinin ötesinde kendini gösterecek kadar güçlüdür. Aynı olanın tekrarıdan doğan tekinsizlik izlenimi çocuk ruhsallığından türemiştir.

Freud tekinsizlik yaşantısına yol açan karanlık ikizimizin varlığını ölümlü olduğumuz gerçeğiyle bağlantılandırır. Yaşamın başlangıcında bu ikizin bir işlevi vardır: benliği yıkıma karşı korumak için yaratılmıştır. İnsanın “ölümün gücünü bütün gücüyle yalanlama” çabasının (O. Rank) bir ürünüdür. Diğer adıyla “ölümsüz” ruh dediğimiz şeydir bu. Ruhsal gelişimin ilk evrelerinde hayatta kalmanın güvencesi olarak yaratılan bu ölümsüz ikiz temsili, ilk evreler geride bırakıldığında işlevini yitirir. Ve daha önce ölümsüzlüğün güvencesi olan ikizimiz bu defa “ölümün habercisi, tekinsiz bir işarete” dönüşür. (sf 186).

Dolayısıyla “tekinsiz olan aslında ne yenidir ne de yabancı, tam tersine sadece bastırma sürecinin başkalaştırdığı, fakat ruhsal yaşam için öteden beri tanıdık olan şeydir”, gizlenmiştir ve tekrar ortaya çıkar (sf 194). “Bastırılmış çocukluk karmaşalarını içerir. Bunlar dıştan gelen herhangi bir izlenimle tekrar canlanabilirler veya çocuğun daha ileri bir ruhsal ve zihisel seviyeye gelmesiyle aşmış olduğu ilkel kanılar tekrardan doğrulanır gibi olur, işte o zaman gerçek yaşamda tekinsizlik [yaşantısı] ortaya çıkar.” (sf 205) . Tekinsizlik yaşantısı bir anlamda bilinçdışımızın kendini bize, içimizde olan ve hem bize benzeyen hem de tuhaf bir şekilde farklı bir kişi olarak hissettirmesidir.

Freud tekinsizlik yaşantısını teşhis edip tanımlarken edebiyattan örneklere sıkça başvurur ve karanlık ikizimizin yaratıcılıkla yakın ilişkisine değinir. Freud’un tekinsizlik yaşantısını dayadırdığı biricil narsisizm evresi yani çocukluğun ilk evreleri, animizmin ve düşüncelerin tümgüçlülüğünün hakim olduğu evredir. (animizm yani var olan herşeye canlı muamelesi yapmak, düşüncelerin tümgüçlülüğü =büyülü düşünce) Bu evrede gerçeklik ilkesine karşı haz ilkesinin ağırlığı hissedilir. Yaşamın ilerki evrelerinde, gerçeklik ilkesi ağır basıp, animistik düşünceden ve düşüncelerin tümgüçlülüğüne olan inancımızdan vazgeçsek de, bunlar ruhsal gereklilikler sonucu zaman zaman başvurduğumuz düşünme biçimleri olarak varlığını sürdürür. Özellikle yaratıcılık gerektiren süreçlerde bu düşünme biçimlerine ihtiyacımız vardır. Örneğin edebiyatı ele alacak olursak, kâğıt üzerindeki nesnelerin canlılığına, düşüncelerin tümgüçlülüğüne, bu yolla ortaya çıkan “büyüye” inanmaksızın ve gerçekliğe meydan okumaksızın herhangi bir şey yazmak mümkün değildir. Bu düşünme biçimlerini yaratıcılığın hizmetinde, simgeleştirmeler için kullanabilme kapasitemiz, tekinsizlik yaşantılarını ve karanlık ikizimizi yaratıcılığın hizmetinde kullanabilmemizi sağlar.

Buna ilginç bir örneği Sevim Burak’ın bir metninden vermek istiyorum: Everest My Lord. Öncelikle yazarın bu metinde, animizmi ve düşüncelerin tümgüçlülüğünü akla gelmedik boyutlarda kullandığını hatırlatayım. Sadece kişileri, nesneleri değil, kelimeleri, fiilleri bile kâğıt üzerinde, durdukları yerden kaldırıp “yürütür”. “Uyumak /Ay /Mum/Parlamak/Koltuktan kalkar/ Mendil/ Silmek/Göz/Salona girer.” (sf 29). (…) “Everest My Lord şöminenin üstündeki zili çalar/ Sessiz tarih içeri girer.” (sf 35)

Bu metnin kişilerinden biri “Yazarın Gölgesi”dir. Metin boyunca sağda solda, çalıların arkasında saklanıp yazarı ve diğer kişileri gözetler. Kendisine rahat huzur vermeyen bu tekinsiz karakter, bu karanlık ikiz, bütün korkutuculuğuna rağmen sonuçta yazarın metni yazıp bitirebilmesinin güvencesidir. Yazar karanlığını kâğıt üzerinde “gölgesi” olarak temsil edip simgeleştirir. Böylece onun üstünde hakimiyet kurabilir, onunla işbirliğine girebilir ve onun güçlerinden yararlanabilir hale gelir ve ancak bu sayede metnini tamamlayıp var edebilir. Nitekim metnin sonu da aynen böyle biter: “Yazarın Gölgesi içeri girer/Yazı odasına giderek / Yazı masasına oturur/ Yazmaya başlar.”

“Karanlıkta olup rahatsız eden”in temsil edilebilir hale getirilmesi psikanalizin içinden düşündüğümüzde, bizi psikanaliz tekniğine ve uygulamasına getiriyor. Karanlık yanımızın, yani hem tekinsizlik yaşantılarının hem de bilinçdışının, psikanaliz uygulamasında temsile döküleceği yer analitik çerçeve, bu çerçeve içinde analistle analizan arasında doğan aktarım-karşıaktarım ilişkisi ve bunların harekete geçirdiği analitik süreçtir. Analitik çerçeve, birlikte bir araştırmaya girişen iki insanı, analistle analizanı belli kurallar içinde bir araya getirir. Bu, tıpkı karanlıktan korkan küçük çocukla teyzesinin yaşadığı sahnede olduğu gibi, sadece sözle kurulan ve sürdürülen bir çerçevedir. Çerçevenin analiz odası, seans süresi, seans sıklığı gibi bazı somut zamansal ve mekânsal sınırları vardır. Fakat bu sınırlar sözün açtığı çağrışım alanının genişliği ölçüsünde genişleyip daralır. Yani çerçeve sözle esner. Bu özelliğinden dolayı hatırlanamayan, adlandırılamayan, henüz bilinmeyen veya korkuttuğu, acı verdiği için söze dökülemeyen yaşantıları kapsayabilecek, taşırmadan taşıyabilecek esnekliğe sahiptir. Böylece bütün bu malzemenin emanet edilebileceği güvenilir bir alan oluşturur. Diğer taraftan bu alan içinde gelişen aktarım-karşıaktarım ilişkisinin mümkün kıldığı yorumlarla sözkonusu malzeme işlenip dönüştürülebilir. Yani biri konuşur ve aydınlık olur.

***

Karanlık sadece korktucu olanı ifade etmez. İçinde sakladığını düşündüğümüz bilinmezlerden dolayı merak uyandırır aynı zamanda. Dolayısıyla, örnekteki küçük çocuğun teyzesinden talebini, bilgilendirilmek anlamında bir “aydınlatılma” talebi olarak da duyabiliriz.

Freud, öncelikle kendisi, hastalarının onları çaresiz bırakan, olmadık davranışlara ve düşüncelere iten karanlık yanlarına, bu konuda aydınlatılmak isteyen bir insanın merakıyla kulak vermiştir. Psikanaliz o güne kadar akıl hastası, ruh hastası, deli denen kişilerin dedikleri ve yaptıklarıyla neyi kastettiklerine yöneltilen bir meraktan doğmuştur.

Diğer taraftan hastalarının sözlerine kulak verdiğinde, onların ifade etmeye çalıştıkları yaşantılarda cinselliğin önemli bir yer tuttuğunu ve bu yaşantıların gerisinde cinsellikle ilgili “çocuksu kuramların” yattığını fark etmiştir. Örneğin çocuklar bebeğin annenin karnına yutma yoluyla girdiğini, bebeğin anüsten doğduğunu, anne ile babanın yatakta birbirlerinin canını acıttığını düşünürler. Cinsellik ve doğumla ilgili kendi çocukluk fantezilerimizi hatırlarsak bunların ne kadar çeşitlilik gösterdiğini tahmin edebiliriz. Bütün kuramcılar gibi çocuklar da bu kuramlar yoluyla, kendileri için boşluklarla, sorularla, karanlık noktalarla dolu bir meseleye açıklama getirme ve bu konudaki gözlemlerini anlamlı bir bütünde toplama çabasındadırlar. Hepimizi yaşamımızın ilk yıllarında meşgul eden ben nerden geldim, annemle babam yalnızken ne yapıyor soruları bizi ilerde başka sorular sormaya götürecek merakın ilk biçimlerini ifade eder.

Çocukların bilinçli fantezileri yani uydurdukları hikâyeler, oyunlarında girdikleri roller vs, cinselliğin onların bilinçdışlarında nasıl örgütlenmiş olduğu hakkında bize bilgi verir. Büyüdükçe ve bilgilendikçe çocuk kendine özgü çocuksu cinsellik kuramlarını bir tarafa bıraksa da bilinçdışı fanteziler varlığını sürdürür ve erişkinlik yaşantılarında etkili olur. Dolayısıyla ruhsallığımızın önemli bir bileşeni olan çocuk cinselliği, erişkin bilincimizle anladığımız genital cinsellikten farklıdır fakat ilerki yaşamımızda, örneğin nevrotik bozukluk içinde veya etrafımızdaki olayları anlamlandırmakta yetersiz kaldığımız bazı anlarda, kendini erişkin cinselliğinin nitelikleri altında gösterebilir.

Freud hastalarının anlattıklarına ve onların yardım taleplerine kulak verdiğinde sözlerinin gerisinde bu çocukluk kuramlarını, geçmişteki çocuksu cinsel yaşantıların izlerini görür. Yani boşluklarla, karanlıklarla, yanlış anlamalarla dolu cinsel tasavvurlarla karşılaşır. Bunlar etrafında örgütlenmiş bastırılmış bilinçdışı yapılara ulaşır. Hastaların yardım talebi karanlıkta sözle aydınlatılmayı bekleyen çocuğunki gibi bir bilgi isteğidir aynı zamanda. Karanlığın korkusuzca araştırılabilmesi, insan zihninin gelişebilmesi için gerekli olan merakın canlı kalabilmesini sağlar.

Dolayısıyla psikanalizin insanın içinde saptayıp tanımladığı karanlık hem taşınması zor yükümüzdür, hem de yegane zenginliğimiz.
Kaynakça
Burak, S. Everest My Lord,, İstanbul: Adam Yayınları, 1984
Freud, S. (1905), Trois essais sur la théorie sexuelle, Paris: Folio, 1998.
Freud, S. (1919), L’inquiétante étrangeté, in Essais de psychanalyse appliquée, Paris: Gallimard, 1971.

© 2019 Ercan Kesal