Ahmet Kaya’yla üç kez karşılaştım.

 

İlki 1984 yılının kar, fırtına ve tipiye boğulmuş bir bozkır akşamıydı. Ankara’ya yakın bir ilçede sağlık ocağı hekimiyken, bir grup öğretmen dostumun evine gitmiştim. Gecenin ilerleyen bir saatinde, artık ’’Lojmana gitmesem, şuraya kıvrılıp yatsam’’diye düşündüğüm bir vakitte öğretmenlerden biri, eski tuşlu kasetçalara bir kaset koyarak sesini açtı. O zamana kadar benzerini duymadığım içten ve tok bir ses yine o zamana kadar benzerini duymadığım bir tınıyla çalan saza eşlik ediyordu. Kederli, güçlü ve asi bir ses. Hasan Hüseyin’in, Nazım’ın, Ahmed Arif’in şiirleri havalanmış, uzak ve soğuk bir bozkır kasabasının kenarında, karların içerisinde yapayalnız duran yoksul bir evin çatısına konmuştu. Uzandığım yerden yavaşça doğrulup kasetin kapağına baktım, ‘’Ahmet Kaya’’ yazıyordu.

 

Ahmet Kaya’yla 1993 yılında tanıştım. Beyoğlu’ndaki mekanında zamane dervişleri gibi yaşayıp, erkenden göç eden Mevlüt Gülveren’i ziyaret etmek için uğramıştım. Mevlüt’le ordan burdan, sinemadan edebiyattan konuşurken, içeriye Ahmet Kaya girdi. Mevlüt’ün dostuymuş, geldi oturdu masaya. Tanıştık. Bin yıldır tanıyormuş gibi rahat ve çelebi, yüzünde doğuştan öyleymiş gibi duran masum gülümsemesi ve konuşurken bir eliyle bileğimi tutması, ‘’gözüm’’ demesi… Sonra başka birkaç arkadaşıyla ayrıldı mekandan. Bir yerlerde okumuştum: ‘’İlk kez karşılaştığınız insanın melek mi şeytan mı olduğunu merak ediyorsanız, o ayrıldıktan sonra içinizde bıraktığı duyguya bakın, kendinizi çok iyi hissediyorsanız, o insan melektir, sıkıntıyla kalakalmışsanız işte o giden şeytandır!’’ Ahmet Kaya melek gibi bir adamdı.

 

Söz söylemenin bedelinin ağır ödendiği bir  coğrafyadır ülkemiz. Ahmet’e de sürgün olmakla ödettiler bunu. Yurdundan, yuvasından, eşinden, çocuklarından, çok sevdiği arkadaşlarından kopardılar. 99 depreminde yıkılan evlerinin altında kalarak hayatını kaybeden ablasının ve yeğeninin yardımına koşamamak, hiç değilse mezarlarına bir avuç toprak atamamak acısını daha da katmerlendirmişti sanki.

‘’Tarifi imkânsız acılar içindeyim. Gurbette akşam oldu yine rüzgâr peşindeyim. Yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim, akşam oldu, sürgün susuyor’’ diyen Ahmet Kaya’ya en son, 16 Kasım 2000’de bir televizyon kanalındaki ölüm  haberinde rastladım. Kederli bir elvedayla bitirmişti sürgünlüğünü.