Hiç bir şeyin mümkün olmadığını bildikleri halde, her şeyin hala mümkün olduğunu anlatan iki karamsar…

 

 

Efsane dönemler vardır. Edebiyatta, sanatta ya da estetikte. Tüm iyi yazarlar, şairler, mükemmel heykeltraşlar, şaşırtıcı ressamlar o yılları beklemiştir sanki ortaya çıkmak için. ‘’Ama, haksızlık bu!’’, diye düşünürsünüz bu kadar olağanüstü ikram karşısında, sofrada ne yiyeceğini şaşırmış misafir duygusuyla.

 

Bu müthiş ikramın özneleri, yaş olarak da genellikle aynı yaşlardadır, aynı tarihlerde doğmuşlardır ve çoğu zaman yaşadıkları tarihsel dönemle anılırlar.

 

Ne yazık ki, bu durum o kadar sık yaşanmaz. Daha sık başımıza gelense, uzun süren kuraklıklardan sonra, çorak tarlanın bir köşesinde sessizce efildeyen bir gelincik çiçeğine rastlamaktır. Acımasız tabiatın ortasında, kırmızı çanağını  açmış, susuzluğa, güneşe ve hoyrat ellere inat orada öylece, ince beliyle öne arkaya sallanarak, bekler durur.

 

A.H. Tanpınar, kurak edebiyat tarlamızın, kıymeti pek bilinmemiş, nadide bir çiçeğidir. Soylu bir gelincik, bir siyah gül, dört yapraklı yonca ya da nazik bir kır çiçeği…,

M.Kaplan, onun için; ‘’fakirlik ile aşk, merhamet, kültür ve memleketi kalbinde birleştirmiş adamdı’’ diyor. Haklı!.. Bu yüzden, tuhaf bir benzetme gibi olsa da sinemada ‘’Tanpınar gibi bir adam kimdir?’’ sorusunu sorduğumda kendime, bir tane isim geliyor aklıma, hem de Polonyalı biri; Kieslowski… Hiç çekinmeden, aynı tarifi; ‘’fakirlik ile aşk, merhamet, kültür ve memleketi kalbinde birleştirmiş bir adam’’ tarifini bu Polonyalı için de yapabiliriz.

‘’Kendiniz ve başkası hakkında endişelenmeniz için bir şekilde acıyı yaşamış olmanız, acı çekmenin ne olduğunu bilmeniz gerekir. Böylelikle incindiğinizde, incinmenin ne olduğunu anlarsınız. Çünkü acının ne olduğunu anlamazsanız, acının olmadığı bir hayatı da anlamaz ve öyle bir hayat için şükredemezsiniz’’ diyen bir Polonyalı yönetmendir Kieslowski.

 

Kieslowski 1941 yılında Varşova’da doğdu. İşgal altındaki bir başkentte. Babası mühendisti ve tüm aile ayakta kalıp, yaşayabilmek için onun peşinden yıllarca dolaştı. Tanpınar ise1901 İstanbul doğumlu. O da, bir Haziran gününde ve Osmanlının payitahtında doğmuş. Artık çöküşünün ilan edilmesine üç beş sene kalmış bir imparatorluğun ortasına. Yakın bir zaman sonra yaşanacak 1. Dünya savaşı ve Tanpınar’ın ilk gençliğine denk gelecek Mondros Mütarekesi’yle de bu gerçekleşir zaten. Tanpınar’ın babası kadıdır. Bu yüzden, tüm aile Anadolu’nun değişik yerlerinde-Ergani,Sinop, Siirt, Kerkük, Musul ve Antalya’da- yaşarlar.

Kieslovski’nin babası veremdir. Yıllarca süren tedaviye rağmen erken yaşta ölür. Kieslowski de potansiyel hasta kabul edildiğinden çocukluğu ve ilk gençliği kardeşiyle birlikte prevantoryumlarda geçer. Daha sonra gerçekten vereme yakalanır. Yine de sigara alışkanlığından hiç vazgeçmez. Tanpınar da akciğer hastasıdır ve sigara müptelasıdır.

Özyaşam öykülerine baktığımızda hemen kendini belli eden bir başka ortaklık da, her ikisinin de hayatları boyunca parasız olmaları ve hep bunun ağırlığını taşımalarıdır.

Kieslovski başlarda ısrarla itfaiyeci olmak ister, lakin önce Tiyatro Teknisyenleri Okuluna,  ardından da Lodz Sinema Okuluna giderek yönetmenliğe giden yola koyulur. Tanpınar’ın da ilk gittiği okulun edebiyatla pek ilgisi yok: Halkalı Ziraat Mektebi. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve mezuniyetten sonra da lise öğretmenliği…

 

Tanpınar öldüğünde (1962) Kieslowski 21 yaşındaydı ve henüz film yapmamıştı. Müzelere, tiyatrolara, sergilere, sinemaya meraklı olduğunu bildiğimiz Tanpınar, onun filmlerinden herhangi birisini seyretse eminim çok severdi ve bahse girerim ki onunla tanışıp dost olmayı da çok arzulardı.

 

1901 yılında, çökmekte olan bir imparatorluğun başkentinde dünyaya gelip, çocukluğunu ve gençliğini Anadolu’nun kasaba ve şehirlerinde yaşayan, ömrünün geri kalanını ise İstanbul’da bir Üniversite’de bitiren bir edebiyatçı ile, Varşova’da, fakir bir ailenin, hastalıklı bir çocuğu olarak savaşın ortasına doğan, itfaiyeci olmayı düşlerken olağanüstü bir sinemacı olan bir yönetmeni bir araya getiren başka neler olabilir ki diye soracak olursanız;şunları söyleyebilirim:

 

Kieslowski; ‘’hayatının inanılır ve acımasız bir analizini yapmadan hikaye anlatamazsın. Kendi hayatını anlamıyorsan, ne hikayelerindeki karakterlerin ne de diğer insanların hayatlarını anlayabilirsin. Hayatla ilgili hikaye anlatanların kesinlikle bir şeye ihtiyaçları vardır: kendi hayatlarını gerçek anlamda anlayabilmeye. Kendinizle bu şekilde uğraşmadan geçirdiğiniz yıllar boşa geçmiştir. Bazı şeyleri içgüdüsel olarak hissedip anlayabilirsiniz, ama sonuçlar keyfidir. Ancak bu işi yaptığınızda olayların belli bir düzeni olduğunu ve bu olayların manasını kavrayabilirsiniz’’ diyor.

Tanpınar’ın kendine soru-cevap şeklinde yönelterek yazdığı bir metne bakalım şimdi de:

‘’-Neye inanıyorum?

-Belki hiçbir şeye,

-Neyi seviyorum?

-Belki sanatı ve kadını, seksi, rahat yaşamayı,

-Neden korkuyorum?

-Her şeyden… Ölümden,

-Zenginliklerim?

-Duygular ve sensationlar,

-Zaaflarım?

-Çabuk kaybetmek, unutmak, birkaç saniyede dolup boşalmak, dağılmak…’’

 

Ortak yanlarından birisi de siyasete bakışları. İkisi de politikayı sevmedi ve hep uzak durdu. Tanpınar’ın 1942 ara seçimlerinde Maraş milletvekili olarak atanmasına bakmayın. 1946’da milletvekili iken, arkadaşı H. N. Zorlutuna’ya büyük bir üzüntü ve bezginlikle şunları söyler: ‘’Sokak politikası, kahvehane politikası yapıyorum kardeşim ve bundan nefret ediyorum. Benim işim değil bu.’’

Kieslowski’nin siyasete ilişkin düşünceleri ise daha da keskin: ‘’Siyaset, nerede olduğumuzu, ne yapmaya iznimiz olduğunu ya da olmadığını tanımlıyor, ama insani sorunları çözmüyor. İster komunist bir ülkede, ister zengin kapitalist bir ülkede yaşayın, siyaset hiçbir zaman şu tip soruları cevaplamıyor: Hayatın gerçek anlamı nedir? Neden sabahları uyanıyoruz? Filmlerim siyasetin içinde olan insanlarla ilgiliyken bile, hep onların ne tip insanlar olduklarını anlamaya çalıştım. Siyasal çevre ancak bir arkaplan oluşturuyordu. Kısa belgesellerim bile insanlarla ilgiliydi, neye benzedikleriyle. Hiçbiri siyasal film değildi.Esas konum hiç bir zaman politika olmadı…’’

 

Kislowski’nin filmlerindeki kahramanları ile Tanpınar’ın roman kahramanları da birbirlerine benzer. Kieslowski, ‘’karakterlerin iç dünyalarında olan bitenle, dışarda neler olduğundan daha fazla’’ ilgilenir. Filmlerinde dış dünyayı bir kenara bırakarak, ‘’eve gelen, kapıyı içerden kilitleyerek, kendileriyle başbaşa kalan insanların’’ hikayesini anlatır. Tanpınar’ın kahramanları da, Beyoğlu-Fatih arasında sıkışmış, huzursuz insanlardır. Hiç bir şey bu insanların sızılarını dindirmeye yetmez. Tanpınar romanlarında, ‘’onların odalarına dönüp yapayalnız kaldığı anlar’’ın peşine düşer. Her ikisinin kahramanları da, ‘’pusulalarını şaşırmış, nasıl yaşamaları gerektiğini bilemeyen, doğru ve yanlışı ayırt edemeyen ve umutsuzca bir arayış içinde olan insanlar’’ dır.

 

En iyisi, bu iki olağanüstü yaratıcının benzerliğini bir film üzerinden tarif etmek:

Kislowski, ‘’Aşk Üzerine Bir Film’’i 1989’da çeker. Kieslowski’nin bu filmde kamerasını koyacağı yeri belirlerken kullandığı argüman şuydu: ‘Dünyaya her zaman, sevilen değil de, seven bir insanın gözüyle bakarız!…’’

Aşık olduğu ama bir türlü açılamadığı kadına ilişkin duygularını; ‘’seni hatırladığım zamanlar içimde her şey altüst oluyor, batmak üzere olan bir gemi gibi hissediyorum kendimi. Her şey çatırdıyor’’ diyen Tanpınar’ın ‘’Huzur’’ romanında Mümtaz’ın Nuran’a söyledikleri, ‘’Aşk Üzerine Bir Film’’deki Tomek’in Magda’ya söylediklerine nasıl da benziyor:

‘’Düşünce, sanat, yaşama aşkı, hepsi sende toplandı. Hepsi senin hüviyetinle birleşti. Senin dışında düşünememek hastalığına müptelayım…’’

 

 

ALINTILAR:

 

*Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor, D. Stok, Agora Kitaplığı, 2010

 

*Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, İ.Enginün-Z. Kerman, Dergah yay, 2008

 

*Huzur, A. Hamdi Tanpınar, YKY, Ağustos 2001