Evet, ne çıkar siz bizi anlamasanız da?*
Ne mekanların ruhundan söz edeceğim sizlere, ne de akla uygun önerilerim var sunacak.
Bu yazdıklarımın sahibi arkadaşlarımdır. Kardeşlerim, kız kardeşlerimdir. Dostlarımdır sahibi. Muhatabım da, derdim de onlardır.
Kenti yönetenler, süslü ve kokulu sözcüklerle bezenmiş dosyalarını burnumuza uzatarak, epeydir ikna etmeye çalışıyorlar bizleri. Bundan sonra nasıl yaşayacağımıza dair kararlar almışlar yine. Nerede yürüyeceğiz? Nerede nefes alacağız? Nasıl uyuyacağız? Nereden alıp, nereye vereceğiz? Hepsine karar vermişler. İhtimal ki, geniş masalar üzerine büyük haritalar serilmiş, kravatlar hafif gevşetilmiş, gömlek kolları bir miktar çemrenmiş, mimar ve yönetici büyüklerimiz, ellerindeki kırmızı, mavi raptiyeleri önlerindeki kağıtlara hafifçe eğilerek batırıyor, cetvelleriyle üzerimize çizgiler çekiyor, pergellerini sağa sola çevirerek, hayatlarımız için önemli yollar çiziyorlar. Bizden habersiz ve ne yazık ki, hep bize dair.
En çok şikayet ettikleri şey de onları anlamıyor oluşumuz. Hakkımızda hayırlısı neyse, onlardan iyi bilecek değiliz ya. Ama bir türlü ikna olamıyoruz nedense. Her seferinde ayaklarına takılan bir sürü irili ufaklı taş. Her seferinde yeniden anlatma ve ikna etmenin, insana sıkıntı veren halleri. Beyhude bir uğraş işte. Bir türlü adam olamıyoruz. Kıpırdanıyoruz. Karşı çıkıyoruz. İtiraz ediyoruz. Yürüyoruz bazen. Dayak yiyoruz. Anlamıyoruz işte birbirimizi.
Ey kibir heykelleri, ey çok bilmişler…Para babaları, müteahhitler, ey tacirler…
Niye anlamıyoruz birbirimizi biliyor musunuz?
Niye tuhaf geliyor size bizim itirazımız, bitmeyen inadımız, biliyor musunuz?
İşte, görüyorsunuz; “Emek Sinemasını yıkıp, yerine on bir sinema daha yapacağız” diyorsunuz, yine de memnun olmuyoruz. Şaşırıp, hayretle bakıyorsunuz yüzümüze, hatta tutamayıp kendinizi, öfkelenerek gaz sıkıyor, cop sallıyorsunuz kafamıza. Ama olmuyor. Çünkü sizin biber sıktığınız gözlerimiz, sizlerin gördüğü şeyleri görmüyor. “Çünkü göz, “şeyleri” görmez, başka şeylerin anlamını yüklenmiş şeylere ait “şekilleri” görür.” “Mekanlar, kendi başına hiçbir şey değildir. Bir “yer”in “yer”likten çıkabilmesi ve “mekan” olarak nitelenmesi için, “iletişim”in bir uğrak noktası olması gerekir. Mekan, ancak en temel bir insani deneyim olan iletişim ile ilişkisi halinde mekan olur, aksi halde bir “yer” olarak kalır.” Mutlak mekan diye bir şey de yoktur zaten. Mekan ancak içerdiği enerjilerle var olur. Zaman da kendi başına hiçbir şey değildir. O da ancak içinde yer alan olaylar sonucu kendini sürdürür.
Şimdi… Sultanahmet denince sizin aklınıza köfte gelir, ama biz Halide Edip’in iki yüz bin kişiye yaptığı isyan yüklü konuşmasını hatırlarız. Kafanızda yeni AVM hayalleriyle gezdiğiniz Hacopulo Pasajına biz Namık Kemal’in “İbret Gazetesi” yazıhanesini görmek için gideriz. Narmanlı Han’dan gelecek inşaat sesleri mi, yoksa oranın kadim kiracısı A.H Tanpınar’ın şiirleri mi mutlu eder sizi, hadi doğruyu söyleyin!
Sizin baktığınızda kapı girişi olarak gördüğünüz yer, bizim için ilk kavgada sığındığımız güvenli bir limandır. Sizin için sadece yokuş olan Kazancı, bizim kardeşlerimizin mezar yeridir. Siz The Marmara’da otururken o günkü hasılatınız geçer akıllarınızdan, biz gayri ihtiyari çatıya bakarız, 1977 Mayısının eli silahlı provokatörleri nereden ateş açmışlardır diye.
Yerimiz farklı, yönümüz farklı. Bu şehre, mekanlarımıza, meydanlarımıza farklı yerlerden bakıyoruz. Bu yüzden ayrı şeyleri görüyoruz. Biz Bankalar Caddesine baktığımızda ilk sevgilimizi hatırlarız, siz ilk banka hesabınızı. Biz Emek Sineması’na girdiğimizde, ilk hangi filmle ruhumuzun savrulduğunu düşünürken, siz “daha önce niye fark etmedik buradaki rantı” diye hayıflanırsınız.
Tıpkı İstanbul’a baktığımızda gördüğümüz şeyler gibi. Biz denizin kokusunu, siz hafriyat tozunu çekersiniz içinize. Biz ışıltılı gökyüzüne dalıp giderken, siz emsal kat peşinde koşarsınız.
Bizi anlayamazsınız. Hiçbir zaman da anlayamayacaksınız. Size tuhaf geliyor takıntılarımız, vazgeçemediklerimiz. Şaşarak baktığınız ruh hallerimiz.
Ne alakası var demeyin sakın, çok alakası var. “Bazılarına göre, “kuvvet” para ile organizasyonun çarpımına eşittir, bize göre de kuvvet ivme ve kitleyi ilgilendiren bir büyüklüktür” diyen, bu ülkenin en kıymetli bilim adamı Mustafa İnan’ı nasıl anlamadıysanız, bizi de anlayamazsınız.
Hüseyin İnan’ın idam kararı kesinleştikten bir hafta sonra bile okumak için avukatı Halit Çelenk’ten, mecliste görüşülen tarım reformu tutanaklarını istemesini niye anlayamıyorsanız, bizi de anlayamazsınız.
Mekanlarımızı anılarımızla var ederiz. Anılarımız kalbimizdir, kalbimiz de toz kuyusu. Her seferinde, en kıymet verdiğimiz şeylerden artakalan toz zerrelerini biriktirdiğimiz kocaman bir kuyu.
Ne diyebiliriz ki size. İflah olmaz bir bağımlısınız. Deniz suyu içmiş gibisiniz. İçtikçe içiniz yanıyor. Hiç bir şey yetmiyor size. Çocuklarımıza yaşanır bir yeryüzü bırakmamak için var gücünüzle çalışıyorsunuz. Her seferinde daha çok şey istiyor, sahip olduğunuz her şeyi daha da çoğaltmak istiyorsunuz. Öyleyse istediğiniz olsun. Greyderleriniz ve dozerleriniz artsın. AVM leriniz de. Takım elbiseleriniz, raporlarınız, kravatlarınız, parlak ayakkabılarınız, zırhlı arabalarınız ve çek defterleriniz. Artsın. Paralarınız ve komisyonlarınız da…
Hepimizin koşulsuzca, adına “piyasa” dediğiniz “para tanrınızın” vaat ettiği yeşil otlaklarda gezinen “ekonomik hayvanlar” olmamızı istiyorsunuz. Olmayacağız.
Zamanda kaybolmak, mekanda kaybolmaktır. Sizin zamanınızda ve mekanlarınızda kaybolmayacağız.
Egemenler iktidarlarını ortak bir suçun ve baskının üzerine inşa ederler. Buna mecburdurlar.
Hiç kuşku yok ki, iktidarın olduğu her yerde bir direniş de vardır ve her daim de olacaktır.
Mekanlarımız da yanlıdır. Biz Emek’ten yanayız, Emek de bizden yanadır.
“Ünlü gezgin Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatır Kubilay Han’a. “Pekiyi köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han. “Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi” der Marco. Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler: “Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.” Marco cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”
Ah, bir anlayabilseniz şu basit gerçeği: Emek yoksa İstanbul da yoktur.
Ama evet, ne çıkar siz bizi anlamasanız da…
*E. Cansever
*Alıntılar, “Mekan ve İktidar”(S.Öztürk) ve “Görünmez Kentler”(İ.Calvino) kitaplarındandır.