Prensin ölümü
…Adnan Azar’a…
“Bir hayatı yapan çeşitli olaylar insanın ruhunda tortular bırakır. Hatıraları kağıtlara dökmek bu tortuları temizler, yeni bir havanın serinliği duyulur, bu da belki yeni bir hayatın başlangıcı olur” diyor Samet Ağaoğlu. Öyle mi olur gerçekten? İçimdeki tortuların ne kadarını temizler bu yazı ya da serin bir hava, yeter mi hafifletmeye içimdeki sızıyı?
Arkadaşlarım ölüyor ve henüz çok gençler. Arkadaşlarım; dünyanın tüm dertlerini yük edinmiş, kendileri için hiçbir şey istemeden yaşayan ve sessizce geçip giden derviş kardeşlerim. Biraz önce Akif (Kurtuluş) aradı, Adnan (Azar)’ın ölüm haberini verdi. Telefonun öbür ucunda acıyla konuşan Akif ‘i dinlerken, içimden “Genç Ölmek“in mısraları geçiyordu :
“Öğüt sen de bu acıyı kalbim, işsiz kaldıkça; ölümleri, ağıtları biriktiren kumbara…”
Yıl 1981, Nisan ayı… İzmir’de bahar çoktan yaza dönmüş. Çeşme, Urla müdavimleri yollarda. Bizim vizeler yeni bitmiş, finaller başlayacak. 12 Eylül hiç olmamış ya da yokmuş gibi bir havadayız. Demek ki başka türlü yaşayamıyor insan. Unutarak ve yaralarını yalayarak. Kendimi şiire vurmuşum, bıkıp usanmadan yazıyorum. Annemin deyimiyle “sabaha kadar ne yazarsın oğlum bilmem ki, derdin hiç bitmez mi senin?”
O Pazar, Sergi Kitabevi’nde üç genç şairin toplu imza günü var. Birini çok severim; Adnan Azar. İzmirspor durağındaki bekar evimizden kalkıp gidiyorum. Yolda bir kumru, bir de çay. Sonra, yürüyerek varyanttan aşağıya, Yeni Karamürsel’in arka tarafından Kemeraltı’na dalıyorum. Sergi Kitabevi’nin önündeki panoda imzacı şairlerin isimleri sıralanmış. Yalnız, Adnan Azar’ın soyadı Özer olarak düzeltilmiş sonradan, hemen belli oluyor. Adnan Azar yerine Adnan Özer’le tanıştım böylece. “Zaten hep karıştırıyorlar ikimizi” dedi Adnan, mahcup bir edayla. “Ateşli Kaval”ı aldım önüne koydum. İmza için yazacaklarını düşünürken bir yandan da laflıyoruz. Adnan’ı bilirdim şiirlerinden, biraz şımarabilirdim yani.
“Madem ki ozansın; şimdi bir şiir yak ve onu yaz kitaba” dedim hınzırca. “Öyle ya, ozanlar irticalen şiir düzer, türkü yakmazlar mı? Benim kitabımı da böyle imzala bakalım!”
“12 Nisan 1981 İzmir, kırılmış incir dalı, incir kuşu yaralı. Böyle bahar görmedi, şiir şiir olalı” dörtlüğünü yazdı Adnan Özer; o günün anısına. Adnan Azar niyetine bir Adnan Özer dostluğudur “Ateşli Kaval”ın ilk sayfasındaki satırlar. Sonraki yıllarda iki Adnan’la da sıkı arkadaş oldum. Şiir, sofra, muhabbet ve dostluklar paylaştım…
Adnan Azar’la ilk nerede, nasıl tanıştım, hatırlamıyorum. Akif, Behçet abi,(Aysan) A.Telli, Azer abi(Yaran) ve Murat’la(Kalaycıoğlu) tanıştığım ilk anı hatırlamadığım gibi. Ama, Ahmet Erhan’ı iyi hatırlıyorum. Onları da Erhan’la aynı anda tanıdığım için olacak, hepsini de Erhan’ı ilk gördüğüm sahafın önünde, yan yana sıralanmışlar gibi düşünürüm nedense.
Ben bu isimlerle, Cumartesi öğleden sonra okuldan erken çıkmanın keyfiyle, sokağa savrulan ergenler gibi yaşadım Ankara’yı. Tuhaf bir özgüven, mesnetsiz bir sevinç ve bitmek bilmeyen bir aşk duygusu…
Neşeli, gürültücü, bazen sarhoş, şair, aşık ve içli bir aileydik. Bozkırın ortasındaki bu gri şehri, bin bir çeşit ağacın içindeymiş gibi yaşadım, şükürler olsun.
Ahmet Erhan, ailenin en yetenekli ve sessiz çocuğuydu. Hüzünlü bir Adanalı. Şiirlerindeki gibi bir portakal ağacı, bilemedin turunçtu Ahmet Erhan. Behçet Abi, yaşlı bir aslan gibi dolaşırdı aramızda. Ağır, oturaklı, görmüş geçirmiş. Hepimizden büyük ve şişman. Tabii ki ceviz ağacı onu en iyi anlatan. Akif en zeki ve haşarısı ekibin. Her cümlesi, kaynağından yeni fırlamış su gibi, neşeli ve coşkun. Ağaçlardan erik ağacıydı Akif, can eriği ama. Murat, Edip abiye(Akbayram) şiirler yazar; yaşlı bir sedir, gölgesinde ve sesinde dinlendiğimiz. Hep ağır aksak ve biraz uzak Azer abi ise, kocaman gövdesine sakladığı derin korkularıyla bir ahlat ağacıydı, Adnan’ın deyişiyle. Hepimizi de eninde sonunda bir zeytin ağacı şefkatiyle kucaklayansa Oktay’dı.(Tok) Gezer, tozar, vakti geldiğinde de yine onun dalları altında toplanırdık. Yediğimiz şiir, içtiğimiz aşktı. Güzel günlerdi.
Adnan ise ailenin en aristokratıydı tartışmasız. Şık, yakışıklı ve sakin. Olsa olsa narin bir kiraz ağacıydı Adnan. Behçet abi, her zamanki kahkahalarının arasına sıkıştırırdı söyleyeceklerini: “Bu prenstir oğlum. Annesi Rus prensesidir, babası da Karadeniz krallarından. Onun için böyle.”
Adnan’ın annesini ölmeden çok kısa bir süre önce gördüm. Hastalığı ilerlemişti ve çok acı çekiyordu. Yatakta, oturur vaziyette kısık bir sesle sohbet etmişti benimle. Çok güzel bir kadındı. Beyaz ipek saçları, ince uzun elleriyle ilk gördüğünüzde içinizden “evet bu bir Rus prensesi olabilir, başka bir şey olamaz” dedirten bir kadın. Baba bir öğretmendi, Rizeli. İri gövdesiyle annenin etrafında keder ve hayranlıkla dolanan nazik bir adam.
Adnan şiir yazıyordu ve bir yandan da sinemayla uğraşıyordu. TRT’de çalışıyor olması iyi bir sinemacı çevresi kazandırmıştı ona. 1989 yılında, yönetmen olmak için evdeki telefon, halı ve termosifonu satıp, memurluktan istifa ederek İstanbul’a yola çıktığımda, cebimde sadece Adnan’ın verdiği bir Ziya abi (Öztan) telefonu vardı.
Annesinin ölümünden hemen sonra bir kez daha gittim Anıttepe’deki evlerine. Sabah vaktiydi; Adnan, babası ve ben birlikte kahvaltı yaptık. Baba, Rize’den gelen kara kovan balından ikram etti. Mutfakta çay içerek uzunca bir süre oturduğumuzu hatırlıyorum. Sonra çok geçmeden babasını da kaybetti. Ama, en yıkıcı olanı Behçet’in ölümüydü, biliyorum. Yakın zamanda Erhan’ın cenazesini hastanenin önünden Ankara’ya yolladığımda, ertesi gün telefonla arayıp ince ince anlatmıştı, her zamanki nazik ve içten haliyle: “Tören çok iyi geçti. Sana da teşekkürler. Erhan’a çok iyi bakmışsın. Burada her şey iyi oldu. Güzelce yatırdık yerine…” Sanki cenazeden değil de, toprağa özenle dikilen bir gül fidanından bahsediyor gibiydi.
Adnan’ı son kez İstanbul ve Ankara’da gördüm. İstanbul’daki, “Ahmet Erhan Parkı”nın açılış töreniydi. Tören sonrası yemekte birlikte olduk. Her zamanki kibarlığıyla, parktaki tabelaları söktüklerini, ortalığı iyice dağıttıklarını falan söyleyip, “tam Erhan’a yakışır hale getirdik parkı” diyerek gülüyordu muzipçe.
Sonra Ankara’da gördüm, Behçet abinin anma gününde. Oktay’ın mekanından ayrılırken sıkıca kucaklamıştım. Son kucaklaşmamızmış meğer.
Adnan Azar, çok iyi bir şair ve sinemacıydı. Çok okurdu. Mütevazı ve samimiydi. Dostluklarına çok kıymet verir, kimseyi kırmazdı. Behçet abi haklıydı kuşkusuz, Adnan bizim prensimizdi…
Ankara’dan ayrılmadan kısa bir süre önce Tarkovski’nin hayatı ile ilgili, İngilizce baskılı bir kitap vermişti bana. İçinde filmlerden ve Tarkovski’den resimlerin olduğu bir kitap. Karşılaşmalarımızda yavaşça hatırlatıyordu: “Benim bir Tarkovski kitabım var sende, unuttum zannetme!”
Biraz önce imzalı şiir kitaplarını ve Tarkovski kitabını koydum önüme. Nostalji ile ilgili bölümü okudum bir daha.
“….Anılarımız ve düşlerimiz bize hiç de uzak şeyler değildir. Zaman ne kadar nesneldir ki. İnsan olmadan zaman olmaz. Şimdide yaşamıyoruz. “Şimdi” çok kısa. Mümkün olan tek “şimdi”, gelecek ile şimdi arasında bulunan uçuruma düşmemiz. İşte bu yüzden “nostalji”, geçmiş için duyulan pişmanlık değil, kuvvetlerimizi saymayı, onları seferber etmeyi, görevimizi yerine getirmeyi başaramayarak kaybettiğimiz zaman karşısında duyduğumuz kederdir…”
Çok kederliyim Adnan, çok…