AĞIRLAMA-BAŞLANGIÇ

 

Beş ya da altı yaşlarında olmalıyım. Anamın siyah sofra bezinden diktiği okul önlüğünü giymiş, tafanayla sofa arasında gidip geliyorum. Omzumda, uyduruk bir kayışa asılmış torbanın içine koyduğum evdeki tek kitap, yıpranmış bir mızraklı ilmihal.  Sofada kurulu halı tezgahının yanından her geçişimde, ‘’Okula gidiyorum, okula!’’ diye bağırıyorum.

Halı için imeci gelen Pembe Hala’m anama akıl veriyor:

‘’Fadime kızım bu okul delisi olmuş, Mevlüt’e söyle de bunu okula yazdırsın!’’

Ertesi gün babamla okul müdürü Mehmet Güneren’in, nam-ı diğer Dımışkı’nın odasında, sınavdayım. Harfleri epey önce öğrendiğim için alfabede problem yok. A merdivendir, B gözlük gibi, E tırmık, C hilale benzer, J bastondur, S zaten yılan!

Matematikten de toplama çıkarmayı sordu ki, zaten bildiğim işler. Amcam, Köybağından toplanan üzüm küfelerinin sayısını ya da buğdayın şinik hesabını karıştırdığında elindeki yarım kalemi kafasına vurarak epeyce bir debelenir, sonra istemeye istemeye çağırırdı yanına:

‘’Gel bakalım, şu hesaba bi de sen bak!’’

 

Alaeddin İlkokulu’na kaydım yapıldı. Okul eski taş bir bina. Kapının her iki yanında o zamanlar gözüme çok büyük gelen iki çam ağacı var. Çamlarla birlikte hala aklımdan çıkmayan tabiat bilgisi: ‘’İğne yapraklı çam ağaçları yaz kış yapraklarını dökmezler ve hep yeşildirler!’’

Odaların tabanı ahşap ve taze mazot kokuyor. Her sınıfın ortasında kocaman birer soba var. Bir de iriyarı ve öfkeli bir hademe: Kara Mehmet. Bütün gün elindeki süpürgeyle dolanıyor ve nedense ilk günden itibaren çok korkuyorum ondan. Pazartesi günleri Marşal Yardımı süttozundan kaynatılan sütleri bardaklarımıza doldururken bile gülmüyor yüzü.

 

Okulun yanında sanki ona yapışmış gibi duran bir de Camii var, Alaeddin Camii. Mahallenin yaşlıları çocuk çığlıklarına boğulmuş avludaki kerevetlere oturup sessizce namaz vaktini bekliyorlar.

 

Neyse; okuldaki ilk günlerimden biriydi ve her şey yolunda giderken hiç hesap etmediğim bir durumla karşılaştım. Doğrusu, bunu alfabenin harfleri gibi önceden öğrenmemin yolu da yoktu.

İzin almayı bilmediğimden yahut teneffüse kadar dayanamadığım için olacak, altıma işemiştim. Saat öğleye yakındı ve her şey kendiliğinden olmuştu. Zavallı pantolonumda giderek büyüyen lekenin müsebbibi, paçamdan aşağıya inerek oturduğum sıranın kenarından karatahtaya doğru yol yapmış, saklayacak ya da inkar edecek hiçbir şans bırakmamıştı bana.

Dımışkı, bir şey söylemeden sınıftan çıkardı ve eve gönderdi. Yol boyu kafam önümde, utanç içinde yürüdüm. Paçalarımdaki ıslaklık ve herkesin bana baktığı düşüncesiyle kafamı hiç kaldırmadan yürüdüğüm uzun ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen tozlu bir yol.

Eve vardığımda annem de, ebem de yoktu. Abilerim de. Kapının yanında hiç bir şey söylemeden öylece durdum. Evin cümle kapısından birkaç basamakla çıkılan avlunun ortasındaki tandırdan alevler yükseliyordu. Büyükçe bir yangının ortasında kalmış tarih öncesi kahramanlar gibi bir kadın, elinde ‘’kössa’’ denilen ucu kararmış kalın ve uzun bir sopayla ateşe yeni çalı çırpılar atıyordu. Amcamın karısı Hürmüz Yenge’mdi bu! Yengem bir an durdu ve baktı bana. Sonra, elindeki sopayı bir kenara fırlatarak, yavaşça sıyrıldı alevlerin içinden.

‘’Gel guzum!’’ dedi.

İki katlı eski taş evin hemen girişindeki oda onların, üst kattaki oda da bizimdi. Bizim odaya çıktık. Yüklüğü açarak üstüste katlanmış çamaşırların arasından işime yarayacak bir şeyler aradı ve buldu. Sessizce üzerimi değiştirdim, kuru giysilerimi giydim.

 

Yengem, ‘’Aç mısın guzum?’’ dedi sonra. Yine hiç bir şey söylemedim. Aşağıya inerek hala alev alev yanan tandırın yanına gittik. Yengem, köşeden aldığı siyah ve kalın bir şişe, niye orda oldğunu hala anlamadığım genişçe bir leğenin içinden aldığı iri bir et parçasını takarak tandıra uzattı, attı daha doğrusu. Çok geçmeden, nar gibi kızaran eti bir parça ekmeğin üzerine sıyırarak, elime verdi. Hemen oraya çöktüm ve tandırdan yükselen alevleri seyrederek ömrümün en lezzetli yemeğini yedim. Alevler, yemek ve kuru giyisilerin verdiği hazla, hayata yeniden başlamış gibi bir inançla bakıyordum yengeme. Tandırın arkasında görünüp kaybolan siluetiyle ateşle boğuşmaya devam eden yengemin gözü arada sırada bana takılıyor ve o anlarda, kararmış yüzünün ortasından bembeyaz ve sebepsizce gülümsüyordu. Onun yeni bir oğlu olmuş ben de başka bir anne bulmuştum sanki. Anne olmayan ama anneye çok benzeyen biri. Yenge işte!

 

Az sonra annem geldi. Yengemle yaşadığım bu tuhaf ortaklığın ve geçici olduğunu ikimizin de bildiği bu kısacık ama büyülü buluşmanın iki masum suçortağı gibi susarak, hızla eski halimize döndük.

 

HIZLANMA-YELDİRME

 

Yengem, amcam, kuzenler ve biz. O eski taş evde uzun yıllar kocaman ve tek bir aile gibi yaşadık. Tafananın ortasındaki seren direğinde içi tıka basa peynir dolu, pembe gövdeli, şişman bir tuluk asılı olurdu. Herkesin elini uzatıp sakınmadan yediği, hepimizi bir araya toplayan ve kocaman bir sofraya benzeyen bir peynir tuluğu, işte öyle yaşadık hep.

Ama, babam galiba bu işlerden kurtulmak istiyordu. Amcamın, ‘’Kendin gibi çarıklılarla konuş. iskarpinlilerle konuşma, onlardan değiliz biz!’’ lafını hiç hesaba almıyor, Terzi Celal’in Kayseri’den getirdiği kumaştan pantolonlar diktiriyor, kasket takıp, ceket giyiyordu. Aşağı Mahalle rençberlerinin kadim mekanı olan Hafi’nin Kıraathanesi yerine, kasabanın memurlarının devam ettiği Şehir Kulübüne gidiyordu. Babamı görmek için kulübe gittiğim her seferinde onu doktor, ağır ceza reisi ya da öğretmenlerden birinin yanına sandalyesini yanaştırmış, mutlu mesut sohbet ederken bulurdum.

Bir süre sonra gazozcu oldu babam. Çocukluk arkadaşı Doktor Yaşar Abi’nin İstanbul’da Üniversitede okurken tanıdığı bir Rum gazozcudan öğrendiği formüllerin peşine takılıp karanfil kokulu gazozlar yapmak istedi. Peri Gazozları! Bozkırın ortasında, sıcağa ve susuzluğa isyan eder gibi köpüren, ince boyunlu, markasız, cam şişelere doldurulmuş efsunlu içecekler.

Babamın gazozculuk hayalleriyle birlikte bir süre sonra yaşadığımız mahalleden de taşınarak nispeten daha modern evlerin olduğu Banka Evleri’ne, yani Ötegeçe’ye gittik.

 

Eski evden ayrılışımız pek hüzünlü oldu. Gittiğimiz mahallenin evleri kasabanın epey dışındaydı çünkü. Amcamın, ‘’Kışın oraya kurtlar iner, ne işiniz var?’’ dediği bir yer. Ama olsun, anama göre ‘’insanın evi barkı kendinin olmalıydı.’’ Bir sabah arkası açık bir kamyonete yüklenmiş üç beş parça eşyayla taşındık. Anam komşularına sarılarak sessizce ağladı. Yemenilerin ucuyla gözler silindi. Helallikler alındı, verildi. Eski taş evimiz, kuzenlerim, amcam, yengem ve tabi ki büyülü anlarımın en yakın şahidi, alevlerin efendisi tandır da; hepsi, geride kaldılar.

 

Onca yoksunluğun ve çaresizliğin ortasında kendine yurt yuva kurmaya çalışan dört çocuk bir ebe, bir de karı koca, tek başına bir aileydik artık. Babam, şehir kulübünden dönmüşse eğer, camekana oturup özenle kestiği gazete kuponlarını zarflara yerleştirir, gazozhaneden yorgun argın dönen abilerim yarısı ıslak ve buruşmuş paraları babamın önündeki sedire bırakır, sayılıp katlanıp uçları düzeltilen paralar anamın okuyup üflemeleri eşliğinde mutfaktaki eski tencerenin altına yerleştirilir, tüm bunlardan sonra da, ebemin pişirdiği erişte pilavının ortaya konduğu geniş tepsinin etrafına sıralanarak yemeğe geçilirdi.

Ötegeçe’deki çocukluğum gazoz kasaları, yıkanacak kirli şişeler ve her seferinde yeni hayallerle büyüyerek çıktığım açıkhava sinemalarıyla geçti.

Kasabalarda fark edilmemek çoğu zaman iyi bir şeydir. Ben de öyleydim. Ailenin en küçük çocuğuydum. Benden önce üç abim daha vardı. Henüz dokuz yaşındayken önüne katılan sürüyle  dağlara gönderilen en büyük abim çok sonraları kendiyle ilgili sızlanmalarına hep o sürü gütme hikayesini anlatarak başlardı. Onun küçüğünün zaten doğumu tarlada olmuş, anam, oradan bulduğu bir taşla göbek bağını kesmiş abimin. Ben ve benden önceki abim daha şanslıymışız(!) nasıl bir şanssa artık.

‘’Bizim uşaklar elde, avuçta, takada, terekte büyüdü’’ derdi anam. Takada ya da terekte; büyüyüp gidiyorduk işte.

 

DÖNME-ÇARK

 

Ortaokula gidiyordum ve en büyük abim de askerden yeni gelmişti. Balkonda gizlice sigara içerken, ince boğazlı kazak, dar kesim kumaş pantolonlar ve yan tarafa taradığı saçlarıyla, elinde ‘’Liseli Bir Kız Sevdim’’ romanlarının haleti ruhiyesinde kaybolmuş olarak hatırladığım abimin gerçekliği, yerini hayatın, Avanos’un ve baba evinin gerçekliğine terk ediyordu yavaşça. Abime kız istendi, söz kesildi. Düğün tarihi de kararlaştırıldı. Açıkhava sinemasından gün ayırtıldı. Ertesi hafta dutular ve takılar için Kayseri’ye gidildi. Ben de gittim tabii ki. Dükkanlar gezildi, giysiler alındı, takılar seçildi, ‘’Ne olacak canım, yemesek de olur!’’ cümleleriyle öğleyin bir dönerciye oturuldu. Uzun masalarda birbirinden utanarak yenilen kebaplar ve tatlılar. Asıl önemlisi Kayseri dönüşü hazırlanacak dutular.

 

Evde olduğum zamanlarda, düğün öncesi dolup boşalan salonun girişindeki sandalyelerden birine ilişir, konu komşu ziyaretlerini izlerdim. İkramlar yapılır, ‘’hayırlı olsunlar’’ havada uçuşur, sıra ‘’dutu’’nun sergilenmesine gelirdi. Yan odadaki somyanın üzerine sıralanmış dutuları getirip götürmek benim işimdi.

İlk ve en gösterişli dutu damadın olurdu. Arkasından kayınpederin ve kaynananın. Annem, dutunun sahibinin ismini söyledikten sonra bağcıklarını yavaş yavaş çözer, içindekileri gelen konuklara tek tek gösterirdi. Tuhaf ama, her seferinde her dutuyu sanki ilk kez görecekmiş gibi bir merakla beklerdim. Sıra benim dutuma geldiğinde, ‘’Bu da en küçük kayının!’’ derdi anam, benden yana hafif bir gülümsemeyle bakarak. İç çamaşırları, çizgili gömlek, çoraplar, kravat, mendil ve kazak. Kazak v yaka!

 

En küçük çocuk, en küçük kayındım ve bir şeyi hızla keşfetmiştim bu arada: Yengelerimin hepsi benden yaşça büyük olmalarına rağmen diğer konuklarla birlikte benim de elimi öpüyorlardı. Bu tuhaflığı her seferinde yeniden yaşamanın heyecanıyla salondaki yerimi alır, beklemeye başlardım. Tüm konukların elini öpüp sıra bana geldiğinde, muzır bir merakla bakardım yengemin yüzüne, ‘’acaba yine öpecek mi elimi?’’ diye; öperdi!

 

Düğünler açık hava sinemasında Kara Mustafa’nın anonsuyla yapılır, Avanos ‘’Gelişim Caz Orkestrası’’ moda şarkılar çalar, kızlar kızlarla dans eder, erkekler tahta sandalyelerin altına gizledikleri votkalarını içip ilerleyen saatlerdeki oyun havaları faslını beklerlerdi.

 

Abilerim evlendikçe evin üst katı onlara ilk ev olurdu. Arkadan gelen abim evleninceye kadar otururlar, sonra da yerlerini yeni gelen yengeme terk ederek kendi evlerine giderlerdi.

 

İlk dutunun heyecanıyla birlikte yaşadığım bir başka heyecan da eve gelen yabancı bir insanın varlığıydı. Daha önce hiç tanımadığımız genç bir kadın, üstelik bundan sonra hep bizimle olacak bir kadın giriyordu hayatımıza, yengem! Abimin karısı, lakin bizden değil. Ama bundan sonra hep bizden birisi. Başkasının kızı gerçi, ama olsun annemin yeni kızı sanki. Annem değil elbette, yine de annem gibi. Annemden başka bir kadın. Genç ve hiç bilmediğimiz birisi. Sessiz ve çaresiz. Kendi hikayesiyle gelmiş. Bakalım ne yapacak bizimle?

 

Annem, hasat zamanı evin önüne gelen buğday çuvallarıyla yüklü traktörlerin yanına isteksizce yaklaşan babamı her seferinde aynı cümlelerle geri gönderirdi: “Sen eve git Mevlüt, çuval ağır, belini ağrıtırsın…” Babamdan, “Peki, sen nasıl taşıyacaksın bu ağır çuvalları?” sorusunu hiç duymadım!

Evin erkeği oymuş gibi, ağır buğday çuvallarını yüklenip, evin arkasındaki ahıra taşırdı.

Defter kapladığım renkli ambalaj kağıtlarının ucunu tükürüğüyle ıslatıp dudağına ruj yapacak kadar kadın; ya da kurban bayramlarında evimizin bahçesinde kurban kesecek kadar erkekti.

Annemi iyi tanıyordum ama yengelerimi hiç. Kimdi onlar, ne yaparlardı, neye güler neye ağlarlardı? Anneme anne diyorlardı. Anam da ‘’Gelinim, benim kızım’’ diyordu etrafa özellikle duyurmaya çalışarak. Kendi anneleri geldiğinde kapının önünde ya da bahçede konuşuyorlardı. Gurbette gibiydiler. Halbuki çok uzak değildi evleri. Kına gecesi yakılan ağıtlar gibi serzenişleri vardı sanki: ‘’Damınıza ot muydum, Üstünüze yük müydüm, Bir kız idim çok muydum?’’

 

Liseye gidiyordum. Pantolon paçalarının ve favorilerin uzadığı yıllar. Takım elbise ve üçgen bağlanan kravatların hayati önemi var. Elbise neyse de, bir türlü halledemediğim meselelerden biri, ütülü gömlek. Anamın ütüyle arası hiç iyi değil. ‘’Ne gerek var oğlum, tertemiz gömlek işte!’’ diyor her seferinde.

O gün ne olmuştu da, bu kadar gömlek telaşına düşmüştüm? 1-A’daki yeşil gözlü kızı mı görecektim, okul gezisine mi gidecektik? Belki de  bayram töreni vardı, bilmiyorum. Her şey tamam ama bir tek gömleğin ütülenmesi lazım. Anam bahçedeydi galiba. Bir aşağı bir yukarı koşturduğumu hatırlıyorum. Sonra? Sonra yine bir mucize: Tandırın başında alevlerin içinden çıkıp gelen yengemin bir benzeri, bu kez ince başörtüsünün altında genç bir kadın, kınalı eliyle gömleğimi uzatmış, sessizce bana bakıyordu. Tertemiz ve hafif parfüm kokan ütüsüyle çıtır bir gömlek, üstten tek düğmesi de iliklenmiş.

 

BİTİŞ

 

‘’Irmağın öte yanı’’ demekmiş yenge. Irmağın karşısından gelen kadın olduğu için söylenmiştir. Hem ırmak olup hem de ırmaktan geçmek gibi.

 

‘’Yankı’’ da olabilir deniyor yenge için. Dile gelmedik şikayetlerin yankısı mı olur?

 

‘’Yenki’’ mi acaba? Yenilmiş anlamında. Yenemeyecekleri kesin bir mücadelenin hükmen mağlup edilmiş tarafıdır onlar.

 

Yenge, anne yarısıdır bence. Anam kadar değil elbette, lakin iyilik ve adı konulmamış bir hüzündür yenge.

 

İçlerinde bitmek bilmeyen bir korkuyla ayrıldıkları baba evlerinin kokusuyla ve hiç bilmedikleri duygularla bindikleri trenlerin yolda kalmış kederli yolculuları gibi, yengelerim…

 

Yeterince yaşlandım. Abilerim de yengelerim de yaşlandı. Artık annem babam yoklar. Neşet Usta’nın dediği gibi hem yetimim hem öksüz. Yeğenlerim de büyüdü ve onların da çocukları var. Çok sık görmüyorum artık yengelerimi de.

 

Eskiye dair hiç eksilmeyen bir yük gibi taşıdığım sıkıntı meğer ince bir kedermiş. İçimde babamın gazozları gibi efsunlu bir özlem. Yine acıksam ve anneme hiçbir şey söylemeden yengem doyursa beni. Eskimiş aynalarda giyinip tekrar karışsam masumiyet cennetine, yengemin ütülediği gömleklerimle.