Tanık
LÜTFİ EFENDİ
Gerçek bir ölüm vakasıyla ilk nerede ve ne zaman karşılaşmıştım çok iyi hatırlamıyorum. Belleğimi zorladığımda bir kış günü geliyor gözlerimin önüne. Çok küçüğüm. İlkokul son sınıf ya da orta bire gidiyorum.Kasabada ikindi vakti. Ortalık ayaz ve hafiften kar serpiştiriyor. Gazozhanede işim bitmiş, eve gidiyorum. Sırtımda abimin eski ceketi, nasıl üşüyorum. Ceketin önü kirli şişeleri yıkamak için eğildiğim havuz yüzünden ıslanmış. Belli ki, abimin eski kamyon lastikleriyle yaktığı soba işe yaramamış. Hafif öne doğru eğilerek ceketin buz tutmuş eteğini kendimden uzaklaştırmaya çalışıyorum. Gövdeme değdikçe yakıyor sanki.
Orta mahalle hamamının yanındaki tek katlı eski bir evin önünde, epey bir kalabalık var. Belediyenin her işte kullanılan perişan kamyoneti, kasası açık, yolun kenarında bekliyor. Yanında zabıta, birkaç polis. “Lütfi efendi ölmüş!” Yalnız yaşayan, meczup birisi Lütfi Efendi. “Efendi” sıfatı geçmiş memuriyetinden kalan eski ve anlamsız bir kelime çoktandır. Üşüsem de, dikilip bakmaya başladım. Savcı içerdeymiş ve teşhis tanıklığı için muhtarı bekliyormuş. Az sonra mahallenin kadim muhtarı, kendine ihtiyaç duyulmasından pek memnun, şişman gövdesiyle kalabalığın içinden sekerek eve girdi. Çok geçmeden de, eski bir battaniyeye sarılmış cesedi çıkarttılar evden. Lütfi Efendi’nin küçücük kalmış yoksul bedenini kamyonetin arkasına yerleştirdiler. Kamyonetin kapağı kapatılırken battaniye açıldı, ceset yere düşecek gibi oldu, telaşlandılar, hafif iteklediler, savcı kızdı falan…Akşam evdeki sohbetten aklımda kalansa abimin söyledikleri: “Yav, adam hala yaşıyormuş ha…Vallaha diyorum… Kamyonete koyarken ayaklarını oynatmış. Zabıtalar konuşuyordu kahvede. Yine de gömmüşler adamı!…”
EBEM
Ailemizden ilk rahmetli olan ise Cemelli ebemdir.Tıp fakültesi dördüncü sınıftaydım galiba. Farmakolojiden hatırlıyorum çünkü. Bazı geceler beni hala kabuslar içinde uyandıran farmakoloji. Rüyamda meğer farmakolojiden geçmemişim, yeniden sınava girecekmişim! Kan ter içinde çabalıyorum: “Ben bu dersten geçtim hocam. Doktorum ben…” Neyse… Memleketten abim gelmiş. İzmir’de bir arkadaşını mı ziyaret edecekmiş, yoksa kamyona yük mü çıkmış, öyle bir şey. Akşama bekar evimizin alışkın olmadığı bir koku, abim pirzola almış eve gelirken. Papazkarası vardı zaten, keyfimiz yerinde yani. Gecenin bir saati abim birdenbire, “Ha, unuttum bak söylemeyi, eben öldü” dedi. Yaşlı, yatalak ve hafızasını kaybetmiş ebemin ölüm haberini neşeli bir sofranın ortasında alınca, ne yapacağımı bilemeyip öylece kalmıştım. Sofradakiler yemeye içmeye devam ediyordu. Aklıma nedense, “ebemin kimlik tespiti de olmuş mudur acaba?” sorusu geldi. İhtiyaç olsaydı herhalde babamı çağırırlardı. Babam, çok severdi annesini. Ceketinin iç cebinden çıkardığı hep tertemiz mendiliyle gözlerini siler ve şunları anlatırdı savcıya: “Gösterdiğiniz şahıs benim annemdir. Adı Safiye’dir. Cemelli Ebe derler. On yedisinde evlenip, yirmi yedisinde dul kaldı. Hiç şikayet etmeden bir ömür boyu çalıştı. Avuçlarında bitmeyen bir gayret ve şefkatle de çekip gitti bu dünyadan…”
Ebemin neşeli bir sofra gürültüsünde kaybolan ölüm haberi, iyi okunmayan bir fotokopi kağıdı gibi kalmıştır belleğimde.
On bir yaşındaki yeğenimin ölüm haberi öyle olmadı ama… Ankara’daydım. Evimiz Anıttepe’de küçük bir çatı katındaydı. O gün eve biraz erken gelmiştim. Konuklarım var; hızla duş alıp, giyinip çıkacağız. Telefon çaldı. Banyonun hemen yanındaki komodinin üzerindeki telefona üzerimden sular akıtarak uzandım. Ahizede abimin sesi: “Çocuk balkondan düştü…. Ege Üniversitesi’nde şimdi. İzmir’e gel!” Yıllarca öğrencilik yaptığım, odalarında sabahladığım, koridorlarında gezindiğim okuluma kuş olup uçmak istemiştim o an. Ah, balkonlar, “ölümün evlerdeki cesur körfezi…”
TANIKLIK
Mecburi hizmet sırasında şahit olduğum onlarca ölüm vakasında, savcının cesedi teşhis için çağırdığı kişinin yüzüne bakardım ister istemez. Yüzlerinde, bir görevi yerine getirmenin sessiz baş eğikliğinin yanı sıra, öleni son kez görmenin merak ve acısının da birleştiği o tuhaf resmi görürdüm hep.
Yakın bir tarihte, göstermelik de olsa, 12 Eylül faşist cuntasının başı Kenan Evren mahkemede ifade verdi. Müdahil avukatlardan biri, bir fotoğraf göstererek şahsı tanıyıp tanımadığını sordu. Evren, başını ‘hayır’ anlamında iki yana salladı. Aslında beklenen ve olması gereken bu değildi. Evren, fotoğrafa dikkatlice bakarak ve hiç gözlerini ayırmadan şunları söylemeliydi: “Bana gösterdiğiniz fotoğraftaki kişiyi tanıyorum. Kendisi 17 yaşında bir çocuktur ve adı Erdal Eren’dir. Başında olduğum Milli Güvenlik Konseyinin onayıyla ve yaşı büyütülerek asılmıştır. İdam ederek öldürdüğümüz 50 insandan biridir.”
Aynı duruşmada bir başka avukat kanlı bir fotoğraf gösterdi Evren’e. Evren, yine hiçbir şey söylemedi, önüne baktı. Fotoğraftaki kişinin yakınlarının yüzlerine bakamayacağını biliyorum; lakin şunları söyleyebilirdi pekala: “Bana gösterdiğiniz fotoğraftaki ceset Süleyman Cihan’a aittir. Gözaltına alındıktan sonra elleri kelepçeli işkencede öldürülmüştür. Darbeden sonra yıllarca, gözaltında ya da işkencede öldürülmesine göz yumduğumuz yüzlerce insandan biridir.”
Geçen haftaki bir duruşmada ise, Ali İsmail Korkmaz’ın annesi Emel Korkmaz, elinde oğlunun fotoğrafıyla adliye salonuna girdi. Sanıklara “nasıl kıydınız Ali’me? Siz çocuklarınızın yüzüne nasıl bakıyorsunuz?” diye sordu.
Anne Korkmaz, elindeki oğlunun çerçeveli büyük fotoğrafını, ifade veren sanık polisin suratına tutup, “Oraya değil buraya bak, “çocuğum var” derken gözlerimin içine bak” dedi.
Savcı, Ali İsmail’in masum bedeninin yatırıldığı soğuk mermerlerin başına teşhis tanığı olarak kimi çağırdı bilmiyorum. Ali’yi acımasızca döven polisleri çağırmamıştır kuşkusuz. Çünkü sanık polisler Ali İsmail’i tanımadıklarını söylediler. Orada olsaydım, mutlaka morga gider, savcıyı bulurdum. Mermer masanın yanında beklerken, yavaşça uzanır, Ali İsmail’in elini tutardım. Usulen değil, tüm kalbimle yemin ederek tanıklık yapardım: “Gösterdiğiniz genci tanıyorum. Adı Ali İsmail Korkmaz’dır. Kardeşimiz olur. Sıcak bir Haziran gecesi eli sopalı ve silahlı katiller tarafından dövülerek öldürülmüştür. Bu durum içimizi yaksa da bizim için anlaşılmaz değildir. Çünkü “egemenler iktidarlarını ortak bir öldürme suçunun üzerine inşa ederler.” Onları bir arada tutan suç ortaklığıdır ve onları bizden ayıran şey bizi birleştirecektir. Her şeyin farkındayız. Çöküş dönemlerinde kurban sayısı artar ve bu yüzden Anadolu’da, “zulmün artsın ki tez zeval bulasın” denir.”
Sonra Hatay’a, Ali’nin memleketine giderdim. Ali İsmail’in doğduğu topraklardaki cenaze evlerinde, genç ölüleri gömdükten sonra onun atını süslerler ve ölünün üstünden çıkan elbiseyi bir ağaca giydirirler. Hatay’ın en yüksek tepesine çıkardım sonra. Ali’nin elbiselerini oradaki bir ağaca giydirir, genç gövdesinden çıkacak yeni filizlere tanıklık etmek için beklerdim… Sabırla…