Kıymetli abim,

İlk gençliğimin pervasız ve başı dumanlı, korku ve cesaretin gövdemde aynı anda nasıl dolaştığına şaşarak baktığım günlerinin birinde ve hiç bitmeyecekmiş gibi yağan bir Bornova yağmurunun hiç uyunmamış sabahında, az önce ‘’yazılama’’dan dönen kardeşlerimden birinin boyalı elleriyle uzattığı çayı içerken duymuştum ismini ilk.
Yıl 1978, aylardan Aralık ve mevsim kıştı. Lakin, İzmir her zaman olduğu gibi, çok güzel ve masumdu. Doğanlar köyünün imamı sabah namazına çağırıyordu inananları. Ertesi gün histoloji vizemiz vardı. Maraş’ta hamile kadınların karınlarını yarıp, acımasızca öldüren bir kalabalıkla aynı toprakların çocuğuydum ve fen fakültesinden bir kıza aşıktım.

Eli boyalı kardeşim,- ki sonra devlet öldürdü onu- çok uzaklarda ve hiç tanımadığımız, kerameti kendinden menkul birinin adını terennüm eder gibi değil, akşamüstü eve dönerken daracık bir kasaba yolunda rastlaşıp, hiç tanımasak da hemen sevip gülümsediğimiz mahallenin delikanlı, iyi huylu, cesur ve cömert bir abisinden söz eder gibi anlatmıştı seni… O kadar… Ne fazla ne eksik… Aslında kendisini anlatır gibi anlatmıştı seni ve ne garip, hepimiz ne kadar da benziyorduk birbirimize … Hepimizin derdi aynıydı zaten. Kendimize saygı duymak ve utanmadan yürümek istiyorduk sokaklarda. Ümit etmek istiyorduk, her şeye rağmen. İyiliğe ve cömertliğe iman etmek, mutlaka. Sadece bu yüzden işte, bu yüzden en olmayacak şeyleri deniyorduk, en çaresiz anlarda bile.
Şu lanet dünyaya başka bir isim koymak istiyorduk ve kendinden emin ve cesur başka bir sabaha uyanmak. Hepsi bu!..

Fakat ne kadar ağırmış bunları istemek ve ne çok bedel ödendi şu söylediklerim için…

Kıymetli abim,

Seninle tanışmak, sohbet etmek, hiç olmazsa bir bardak çay… Kısmet olmadı. Olsun… Ama ardında durdum tabutunun. Halimce dokundum sandukana ve içimden; fazla değil, bi kaç cümle. Ne söyleyebilirdim ki zaten? Bir insanın ahir ömründe sorduğu tüm sorularına cevap arayıp, aklındakini fikrindekini korkmadan paylaşıp ve ölümüne savunarak yaşamıştın ömrünü ve işte, çekip gitmiştin.

Seni uğurlamaya gelenlerin arasında her yaştan insan vardı diyebilirim. Zindanda, işkencelerde birlikte yattıkların da, siz içerde boğulup, nefes almaya çalışırken, dışarda boğulup nefes almaya çalışanlar da, onların çocukları da. Hepsi…

Yaşadıklarını, yaşadıklarımızı, ölen kardeşlerimi düşündüm seni doğduğun toprakların ortasındaki meydandan alıp, mezarlığa götürünceye kadar.

Tabutluklarda kırılan belini sürükleyerek görüş günlerinde gülümsemeye çalıştığın ana babanın, güleryüzlü, sakin ve onurlu akrabalarının memleketine, doğup büyüdüğün topraklara geri götürüp sessizce yatırmak için gövdeni taşıyan onbinlerce kardeşin ve hemşehrinle yürürken, kendi kendime söyleniyordum durmadan: Bir başka amacı olmalı bu insanların, yoksa niye bu kadar cesur olsunlar?

Sinan mesela… 1971 Mayıs’ında, Nurhak’ta, oğlunun yerde yatan delik deşik bedenini teşhis için gelen annesi Nazife Cemgil’in söylediklerine bakın: ’’Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri üstün zekalı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı.’’

Herhalde başka bir amacı vardı üçünün de; annelerinin dahi bilmediği. Yoksa niye bu kadar cesur olur bir insan?

Ya da Behçet… DAL denen şeytan çukurunda, günlerce en ağır işkenceleri yaşayıp, ardından götürüldüğü Elmadağ’ında karlar içerisinde saatlerce, çırılçıplak, kum torbalarıyla dövülerek bekletilen gövdesini hala ayakta tutan şey ne olabilirdi sizce?

Selim mesela… Ege’nin gül yüzlü devrimcisi… Bir insan niye söylemez gerçek ismini ölünceye kadar?

Herhalde başka bir niyeti vardı, bizim de bilmediğimiz.

Ya da Erdal… 17 yaşında bir çocuk. Ne yakınma, ne de bir korku. İdam sehpasına giderken, ailesinden istediği tek şey: ‘’Zavallı ve çaresiz biriymiş gibi ardımdan ağlamayın, bu beni yaralar.’’

Arkadaşlarımın geride kalanlarının yüzlerine bakıyorum. Kalpleri öyle olmasa da çoğu yorgun ve sağlıksız, biliyorum.
Yanyana yürüdük saatlerce. Doğduğun, yaşadığın, akrabalarının, ailenin mezarlarının olduğu kentin caddelerinden götürürken tabutunu, arkadaşlarımın suretlerine baktım, vitrinlere ve aynalara yansıyan gül yüzlerine. Şairin dediği gibi, ‘’kesip o aynalardan bir tutam, beyaz bir tülbentin içine saklasam ve koysam iç cebime, bütün bir ömür koklayacak gibiydim acılarını.’’

Yine Sinan’ın annesinin sözleriyle bitirelim bu bölümü: “Biri, masal diye anlatsaydı bütün bu olup bitenleri, dinlemeye bile yüreğim götürmezdi, oysa ki hepsini yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz…”

Kıymetli abim…

Arkadaşların ardından çok güzel şeyler söylediler ve yapılıp yapılamayacağını hiç bir zaman bilemeyeceğimiz şeyler de istediler. Abilerden istenir, mahcup bir şımarıklıkla. Ben de sana aynı şeyi yapacağım:

Şimdi abi; Deniz orada da ayrılmamıştır Hüseyin’den, Yusuf’tan. Üçüne de, bir de Veysel’e, İlyas’a ve Hıdır’a ve mutlaka Erdal’a, sıkıca sarıl abi. Ulaş’ın Mahir’e sarıldığı gibi. Boyunlarında ince bir morluk vardır yağlı urgandan kalma. Dikkat et, acımasın. Behçet’i kucakla ve kulağına fısılda: ‘’Ali Fuat büyüdü, merak etmesin.’’ Veysel’in mezarını bulamadık hala, kusura kalmasın… Başka? Ali İsmail, Berkin, Abdullah, Ethem zaten sana emanetimizdir, biliyorsun. Hepsi bu kadar…

Biz bundan sonra ne mi yapacağız abi?..

Hayatın yazısı süreklilik ve devinim üzerine yazılmış işte. Bildiğimiz, öğrendiğimiz gibi yaşamaya devam edeceğiz. Yoksula omuz vereceğiz. Mazlumun yanında duracağız. ‘’Umudu kesmeyeceğiz yurdumuzdan.’’ Çocuklarımız olacak… Adlarını Deniz, Mine, Sinan ve Ulaş koyacağız…

Ha, bir de, Haziran çok korkuttu muktedirleri biliyorsun, uykularını kaçırdı, biraz daha uykusuz kalsınlar diye, Haziranlarımızı çoğaltacağız…

Baki selam ve sevgi…