Roboski’nin katırları, şahitlerimiz…
ACİL HASTA
Sağlık ocağından titreyerek geliyorum lojmana. Hava çok soğuk. Sobayı yakıyorum önce, sonra da bir demlik çay. Formika masama oturup, dışarda yağan kara bakarak uzun bir şiire başlıyorum… Arkası gelmiyor nedense. Bir kitap alıp, sobanın yanına çektiğim yatağa uzanıyorum sonra.
Kapı çaldığında, sobanın çoktan söndüğünü ve iyice üşüdüğümü fark ediyorum. Kucağımda kitapla uyuyakalmışım. Kalkıp açıyorum kapıyı. Karşımda, sırtında kalın bir palto, kafasını ve kulaklarını atkıyla dolamış, sakallı birisi. Nefes nefese ama belli etmiyor bunu.
“Hastam var!” diyor bir solukta.
“Tamam” deyip, giyinmek için geri dönecek gibi yaparken, devam ediyor konuşmaya.
“Yalnız; hasta köyde! Avşar’a gideceğiz…” Biraz duralıyorum.
“Bi komşunun arabasıyla geldim, aşağıda hazır” diyor.
“Nesi var hastanın?” diyorum gayri ihtiyari.
“Bilmem” diyor, “Sık nefes alıyor. Kalkmıyor yerinden.”
“Kaç yaşında?”
“Genç sayılır!”
Çocuğu mu, yoksa karısı mı hasta olan?
Avşar, yakın köy. Bu iyi, gider gelirim hemen. Yol açık demek ki. Kasabaya kadar gelebildiğine göre.
Sağlık ocağından çantamı alıp, çıkıyoruz yola. Adam da, arabayı kullanan komşusu da hiç konuşmuyor yol boyunca, ben de bir şey sormuyorum.
Köy minibüsleri gide gele yolu açmışlar demek ki, yavaş yavaş da olsa varıyoruz köye. Yoksul bir avlunun içine girip, duruyoruz. Ev karanlık. Biraz yadırgıyorum önce. Hasta uyuyor herhalde. İniyoruz arabadan. Tuhaf! Eve değil de evin yanındaki ahıra doğru yürüyor. İster istemez takip ediyorum. Ahırın kapısını açıyor sonra. İçerde bir gaz lambası yanıyor. Yerde, yan tarafına çökmüş yatan bir katır, yanında çömelmiş, küçük bir çocuk. Hayvan, derin derin soluk alıp veriyor. Burnundan buharlar savruluyor havaya. Duvarda, çocuğun ve şimdi de bizim, oynaşan gölgelerimiz. Katırın pofurtusu… Adam içeri girdikten sonra yavaşça varıyor katırın yanına, eğilip sıvazlıyor kafasını.
Sessizce izliyorum olanları. Neden sonra konuşuyor adam:
“Dünden beri kalkmıyor yerinden.”
Ardından da bir solukta anlatıyor gece yarısı orda olma sebebimi.
“Veteriner izine gitmiş, ay sonuna kadar gelmeyecekmiş. Ne yapacağımı bilemedim. Senden başka çarem yoktu.”
Hiç bir şey söylemeden öylece bakıyorum adama ve katıra.
Hayatımda ilk defa bir katır muayene edeceğim. Biraz acemiyim haliyle! Gidip, çöküyorum hayvanın yanına. Sağına soluna bakıyorum. Anamnez almalıyım. Hasta hikâyesi yani. Hasta konuşamadığına göre adamdan alacağız.
“Kaç gündür böyle?”
“İki günden beri. Bugün iyice kötüledi.”
“Ne yapıyor mesela?”
“Böyle işte! İki gündür yemiyor, içmiyor” diyor adam. Biraz duruyor.
“Başka bir malım yok” diyor, derinden gelen, kederli bir sesle,
“Ona bir şey olursa yanarım!”
Katırın karnına falan bakıyorum. Sanki vücudu biraz ateşli. Çoğu zaman işe yarayan metodu denemek, en iyisi galiba.
Sıkı bir antibiyotik ve biraz da ağrı kesici…
Öyle yapıyorum ben de. Yetişkin ve kilolu bir hastaya hangi dozda yapmam gerekiyorsa o dozda yapıyorum iğnelerini.
Adam ikircikli bir ruh haliyle izliyor yaptıklarımı. İşim bitiyor.
“Gidebiliriz artık” diyorum adama.
“Ya iyileşmezse?” diyor, gözlerime bakarak. Biraz korkuyorum doğrusu.
“Ne lazımsa yaptım işte… Bekleyeceğiz” diyorum.
Ertesi gün akşam üzeri lojmandan çıkarken bir bakraç yoğurt getiriyor Kapıcı Kasım, “Avşarlı biri bıraktı, gitti” diyor.
“Katır kurtulmuş!” diyorum sevinçle. Kasım anlamsızca bakıyor yüzüme.
BURADA HEPİMİZ AKRABAYIZ!
Yılmaz Güney “Hudutların Kanunu” filminin senaryosunu yazmış, Lütfi Akad’ın önüne koymuş. Lütfi Bey’in aklında başka bir film var ama. Yılmaz Güney’i “Çirkin Kral” yapacak bir film. Bu yüzden, senaryoyu yeni baştan yazmak için Urfa’ya gidiyor ve bir otele yerleşiyor. İlk önce, Yılmaz’ın bir yardımcısına eski bir kaçakçıyla konuşmak istediğini söylüyor. Yardımcı, gülerek “Başım üstüne ağam” diyor, ardından da ekliyor: “Bu işte insan çok eskimez zaten!”
Lütfi Bey anlamıyor önce, ta ki kaçakçı gelinceye kadar.
Ertesi gün yanına gelen uzun boylu, saçları geriye doğru taranmış, esmer, genç bir adam, kaçakçılığın tüm inceliklerini anlatıyor.
Akad, kâğıdı daktiloya takıp yazmaya başlıyor:
…Köyde bir açıklık, yerde bir ceset yatıyor. Hıdır’ın ağabeyi sınırı geçerken çatışmada vurulup ölmüş. Yöreye yeni atanan üsteğmen olayı tahkike gelmiş. Muhtara ölenin kimin akrabası olduğunu soruyor. Muhtar, “akraba mı?” diyor.
“Burada hepimiz akrabayız!”
28 Aralık 2011’de, dört savaş uçağı ile düzenlenen operasyon sonucu öldürülen 34 genç köylünün, hepsi de birbirinin akrabasıdır. Roboski’de ölenlerin yakınları bu yüzden, sadece kendi evlatlarına ya da kocalarına değil, ölen akrabalarına yanarlar:
“Üşüselerdi, gelirler ısınırlardı, çözerdik buz tutmuş ayaklarını, katırların iplerini. Yemeklerini, çaylarını koyardık önlerine, hazır ederdik yataklarını. Üşüselerdi ısıtmak kolaydı. Öldü onlar. Hiç bir şey yapamadık. Üzerlerine bir battaniye bile seremedik…”
O gün, parçalanmış bedenlerini çuvallara doldurup taşıdıkları kardeşlerinin ardından, onlarla birlikte kendilerinin de öldüğünü düşünen kız kardeşlerin acıları hiç bitmedi; kederli soruları da:
“Anlatsana be ağabeyciğim… Nasıl oralar? Üşüyor musun? Korkuyor musun? Yaraların iyileşti mi? Parçaların birleşti mi? Bizi özlüyor musun, seni özlediğimiz kadar?”
Annelerinin uykudan uyandırmaya kıyamayıp, yün döşeklerde yatırdığı evlatların bedenleri, katırların sırtındaki semerlerin arasına kondu. Çuvallara dolduruldu. Kızların kınalı elleri, halaya değil, kardeşlerinin cesetlerini otopsi masalarına taşıyan katırların ipine tutundu.
“Nerden, nasıl bilebilirlerdi ki, küçükken el salladıkları uçaklar bir gece yarısı sorgusuz sualsiz, kardeşlerini, kocalarını, abilerini bombalayacaklar…”
O gece, seksen kiloluk Hamza’nın başında patlayan bombayla paramparça olmuş bedeninin on kilosu, sabaha karşı toplanıp bir başka katırın sırtına yüklendi.
Ama, yetmedi… Şimdi de, bu çocukların parçalanmış bedenlerini sessiz bir ağırbaşlılıkla taşıyan katırları öldürdüler.
28 Aralık Çarşamba gecesi… Bu insanların bombalarla yok edilmesine, dağlar, dereler, bulutlar ve katırlar şahittir. Dağların yamacından mevsimler geçti, dereler yeni sular taşıdı yatağından. Bulutlar da kayboldu gökyüzünde. Bir tek şahit katırlar kaldı? Bu yüzden mi öldürdünüz katırları?
Onları da öldürünce, unutulacağını mı zannediyorsunuz tüm bu olup bitenlerin. Battaniyeler içinde, katırların sırtına yüklenmiş o çocukların yoksul bedenleri, bu coğrafyanın hafızasına çoktan kazındı, bilesiniz!
Hattuşaş’ın laneti
Hitit araştırmaları Hattuşaş harabelerinde başladı. Kil tabletlerin okunmasından anlaşıldı ki, imparatorluğun doğuşu da Hattuşaş’ta olmuştur. Hatti tarihini anlamaya Hattuşaş’tan başlamak doğaldır. Bu başlangıcı ise bir lanet simgeler.
“Kenti fırtınalı bir gecede aldım, ancak burada elime geçen sadece yaban otlar oldu. Benden sonra kral olacaklardan her kim, Hattuşaş’ı yeniden canlandırırsa onu göklerin fırtına tanrısına havale ettim…”
Hattuşaş kalesini ve şehri yerle bir eden Kussara Kralı Anittas’ın bir tabletinde yazılı bunlar.
Ne var ki, esamisi okunmamış bu lanetin. Kentin yerle bir edilerek, insan, hayvan ne varsa yok edilmesine rağmen, Hattuşaş eskisinden daha büyük ve daha güzel olarak yeniden kurulmuş… Kussara’nın laneti, bir tapınak yazısının içinde gömülmüş, duruyor. Hattuşaş ise orada, insan aklının, umudun ve yaşama inancının sembolü olarak yaşamaya devam ediyor.
Alıntılar:
*Tanrıların Vatanı Anadolu, C.W.Ceram
*Roboski’de Yazdık, H. Tarman
*Işıkla Karanlık Arasında, Ö.L. Akad