Cama çarpan kuş
İNSAN NE ZAMAN KONUŞUR?
“Bir Zamanlar Anadolu’da” filminin çekim öncesi Keskin’deyiz. Mekan bakıyoruz. Senaryoda eksik bulduğumuz bölümler için, savcı ya da polislerden dinleyeceğimiz gerçek hayat hikayelerinin peşindeyiz.
Sıcak bir öğleden sonra, Hükümet Konağının bahçesindeki kameriyenin altında, savcı, komiser ve hakime aklımızdaki tüm soruları sorduk.
Savcı da, hakim de, samimi insanlar; ama temkinliler. Komiser enteresan biri, Dostoyevski karakterlerine benziyor. İki olay anlattı sohbet sırasında:
Küçük bir kız çocuğunu taciz eden temiz yüzlü bir askerle, yaşlı bir kadını öldüren temizlikçi bir kadının hikayesi.
Asker emniyette sorgulanırken komiser ona çok üzüldüğünü fark etmiş. “Suçlu da olsa, haline içim acıdı” diyordu.
Yaşlı bir kadını parası için öldüren temizlikçi kadının, “ evet, ben öldürdüm” itirafının ise canını sıktığından, hatta biraz “hayıflandığından” falan söz etti.
Olayları bir emniyetçi gibi değil, suçlunun zaviyesinden aktarması çok ilginç gelmişti bana. Asıl peşine düştüğümüz mesele ise, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ki katilin, gecenin bir saatinde artık çözülüp, cesedin yerini gerçekten göstermeye karar vermesine sebep olacak bir örnek bulmaktı. Suçlunun çözüleceği yer ve zaman konusunda; “bunu anlamak ve tahmin etmek çok zordur” diyordu Komiser. “Her türlü baskıyı yaparsınız, döversiniz, söversiniz; ağzından tek kelime çıkmaz. Ama bazen kendiliğinden, hiç beklemediğiniz bir anda konuşmaya başlar. Kulağına dışarıdan bir çocuk sesi gelmiştir, pencereden yürüyüp giden bir kadın görür, ne biliyim, birinin ağladığına şahit olur…birden değişir, hareketlenir ve “ben konuşacağım, hepsini anlatacağım, çıkarın beni” der” diyordu.
Komiseri dinlerken, bir süre önce, dede katili bir genç kızı sorgulayan komiseri oynadığım, “Derin” filmi gelmişti aklıma. Ensest ve sonucundaki cinayeti anlatan bir filmdi. Filmdeki kız, sorgucunun tüm çabasına rağmen dedesini niçin öldürdüğünü söylemez. Tam ortalık toparlanıp sorguya son verileceği sırada birden odanın camına bir kuş çarpar. Genç kız konuşmaya başlar ve cinayeti niye işlediğini tüm açıklığıyla anlatır.
Aklımızı zorlayan değil, duygularımızı harekete geçiren şeydir asıl olan. Bu da çoğu zaman “çok basitmiş gibi gözüken, küçük bir ayrıntı”dır…”Bir Zamanlar Anadolu’da”, katile cesedin yerini en sonunda söyleten şey, muhtarın güzel kızının sunduğu bir bardak çaydır. Kasabadaki komiserin sözünü ettiği suçluyu konuşturan şey, sokaktan gelen bir çocuk sesi, “Derin” filmindeki kızın cinayeti açıklama sebebi ise, sorgu odasının pencere camına çarpan kuştur. Kuş cama değil, aslında “vicdanımıza çarpmıştır” da diyebiliriz…
“BOKTAN BİR RUS FİLMİ”
“…1971 yılında bir gün, SF Afterwards’ın salonlarından birinde Kjell Grede’le (İsveçli bir film yapımcısı) birlikte film izlerken, sandıklar dolusu film bulunan bir odaya göz atmıştık. Makiniste birini gösterip, “nedir bu?” diye sorduğumda, bana “boktan bir Rus filmi” şeklinde cevap vermişti. Sonra Tarkovski’nin adını görüp, Grede’e, “dinle, şimdi sana bu film hakkında bir şey okuyorum. İzleyip konusunun ne olduğunu göreceğiz” dedim. Filmi bize izletmesi için makiniste rüşvet verdik… İşte bu film “Andrey Rublev”di. Biz de öğleden sonra iki buçukta gözlerimizi açacak halimiz kalmamış, sersemlemiş ve filmin etkisi hala üzerimizde, heyecan dolu olarak çıktık salondan. Bu olayı hiçbir zaman unutmayacağım. Asıl önemli olan da, İsveççe altyazı olmamasıydı! Konuşmaların tek kelimesini anlamıyorduk, fakat buna rağmen aklımız başımızdan gitmişti…” İsveçli yönetmen İ. Bergman’ın 2002 yılında Positif dergisine verdiği bir röportaj sırasında söylediklerinden bu cümleler.
Dilini hiç bilmediğiniz ve konuşulanlardan hiçbir şey anlamadığınız bir filmin aklınızı başınızdan alma sebebi ne olabilir?
İnsanlığın yaşadığı acılar, tarih kitaplarının sayfalarında, bir takım evrak ve belgelerin arasında ya da süslü söylevlerin şehvetinde göstermez kendini. Tüm bunların dışında ve çok daha derinlerde, başka yerlerde saklı olan, çok öznel acılardır söz konusu olan. Bu yüzden ortak sorunlar ya da birliktelikler din, dil, bayrak, ya da kimlik üzerinden tarif edilemez. İnsanlığın ortak değerleri, aşk, acı, umutsuzluk, keder, sevinç ve coşku gibi kavramlardır. Yine bu yüzden, iyi bir filmin başka bir dilde oynaması ondan etkilenmemize engel değildir.
ERKSAN VE KİESLOVSKİ
Kieslovski’nin “Aşk Üzerine Bir Film”inde genç delikanlı Tomek, komşusu Magda’yı dürbünle röntgenler. O’na aşık olmuştur. Sürekli sevgili değiştirmesiyle bilinen orta yaşlı Magda, küçük aşığı yakalar ve ona ne istediğini sorar. “Sevişmek mi, birlikte eğlenmek mi ya da ne?” Tomek’in cevabı ile, Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”ndaki boyacı Halil’in cevabı hemen hemen aynıdır. “Hiçbir şey… Hiçbir sebebi yok. Sadece seyretmek istiyorum.”
Meral’in resmine bakarken yakalanan Halil, onun; “işte karşında duruyorum. Cansız bir resim yerine canlı olarak karşındayım. Niçin benimle birlikte olmak istemiyorsun. Resmim yerine beni sev” demesine karşın, “ben senden hiçbir şey istemiyorum. Resminle arama girme” der… Tomek’in de yalnızca ve sadece Magda’yı sevdiği için ona ihtiyacı vardır, Halil’in yalnızca kızın resmini sevdiği, onun suretine aşık olduğu için ona ihtiyacı olduğu gibi… Polonyalı Tomek’le, İstanbullu Halil’i buluşturan ortak duygunun sebebi, Kieslovski ile Metin Erksan’ın “kalbine aynı kuşun çarpmasıdır…”
SANATIN İŞİ
Sinema ya da sanat hiçbir şeyi değiştirmez, zihnimizden gayri. Böyle bir beklentiyle yola çıkmak, sonu hayal kırıklığı olacak bir yolculuktur. “Dünyayı değiştirecek olan şey filmler, resimler ya da edebiyat değil, o filmleri seyreden, o kitapları okuyan ya da o resimlere bakan ve işte tam da bu yüzden değiştiği için, dünyayı değiştirmeye karar veren insanlardır.”
“Belki de en büyük suçumuz, kendi kendimizi değiştirmeden başkalarını değiştirme, başkalarına öğretme girişiminde bulunmamız, “dünyayı sanat yoluyla değiştirme” çabasına girmemiz. Dünyayı değiştirmeden önce insanın kendini değiştirmesi gerekiyor.”
Sinema sadece gördüğünü anlatmalıdır. Asla öğretmeye kalkmamalı, hayatı olduğu gibi göstermelidir.
Bir şeyi öğretmeye çalışmak öğretmenlerin, psikologların ya da din adamlarının işidir. Seyirci, filmi seyrederken veya yorumlarken, kendisine dayatılan bakış açısına göre değil, dünyayı kendi anladığı ve algıladığı görme biçimine göre davranmalıdır.
Hayatın ortasındayız. “Kendi kameramızın gözünden oynuyoruz. Başrol oyuncusu da biziz. Kamerada görüyor, yürüyor, çekiyor ve kaydediyoruz.”
Hepimizin içini titreten şey aynı: “Cama çarpan kuşun sesi…”
Hepsi bu…
Alıntılar:
*Şiirsel Sinema, A. Tarkovski, Agora 2009
*Sinematografi İnsan Yüzüdür, İ. Bergman, Agora 2012
*Kieslovski Kieslovski’yi Anlatıyor, D. Stok, Agora 2010