“Faşizmi çocuklar da anlayabilir” diye baslar bir şiirine E. Günçe. O’na göre faşizm, “dayak yemektir serseri bir babadan ve karanlık bir odaya kapatılmaktır, hakkini istemekte direttiğin zaman…”
Faşizm, bence de anlaşılması zor bir şey değildir.
Bir defalık kullanım özelliğine sahip, acarsa cezalandırılacağı Çin malı gaz maskeleriyle, yerin yedi kat dibine gönderilen Egeli madencilerin alnına yazılmış kara bir yazıdır faşizm. Dünyanın bütün mürekkepleriyle, ama yalnızca muktedirlerin kalemiyle yazılır. Z ile m’nin arasında I’nin olmadığı bir kelimedir. Alin yazısıyla hiç bir ilgisi yoktur.

Çok karmaşık bir konu değildir esasında. “Bakırdan vazgeçip alüminyuma, demirden vazgeçip naylona, topraktan vazgeçip betona gelenlerin” semti Okmeydanı’nda, annelerin göğüslerinde tasidiklari, “görülmüştür” damgalı mektuplara sinmiş yürek ağrısıdır. Faili faşizm olan meçhullerin ülkesinde, oğullarına mezar arayanların yasadığı düzenin adidir. Çocuklarının, otuz yil sonra bulunan yanmis kemiklerine sevinenlerin ülkesidir faşizm.

Okmeydanı diyoruz ya, iste tam da oralarda bir yerlerde, İstiklal Caddesi’ne yüz metre mesafede, parlak neonların aydınlatmadığı kara duvarların dibindeki çaresizliktir. Şimdi artık çok “kıymetli” olan arazilere yaptıkları derme çatma evlerin, bir gün baslarına yıkılacağının korkusudur. Yüksek teknolojili MR merkezlerinin yani başında, hala ishalden ölen çocuklardır. Yoksulluktur, kederdir. Dünyanın en ağır hastalığıdır faşizm.

Uykusuz ve yorgun bir hastane sabahındasınız diyelim. Gözünüzden uyku akıyor ve servisin koridorundan sallanarak odanıza gidiyorsunuz. Sabah kahvaltısını dağıtan görevliler geçiyor yanınızdan. Epeydir 401 de yatan ve artık terminal safhada olduğunu bildiğiniz kadın hastanızı görürsünüz yarı acık kapıdan. Genç anne, kendisine verilen kahvaltıya hiç dokunmadan saklayıp, her sabah okula giderken yoksul giysileriyle yanına gelen küçük oğluna yedirmeye çalışır, binbir zahmetle yatağından doğrularak. Faşizm, bu kadının ve çocuğunun yasadıkları olabilir mi mesela?

Hiç de anlaşılmaz bir şey değildir faşizm. On altı yaşında, Dersimli, esmer, incecik bir kızın, her gün on beş saat karin tokluğuna çalıştığı havasız ve güneşsiz bir fason atölyeye omrunu gömmesidir örneğin.

Faşizm, çok uzaklarda bir yerde değildir sonuçta. Sokağın ortasında, evlerimizin içinde ya da hiç çocuk olmamış bir takım adamların buz gibi kalplerinde, gezinir durur.

Her gun arabanızla yanından geçip gittiğiniz bir evde yasayan genç bir kadının, hiç istemediği ve zorla dayatılan bir evliliği artık taşıyamayıp, bebeğini sırtına sararak kendini ipe vermesidir fasizm. Bir ülkenin, ipin ucunda sallanan vicdanidir yani. Ya da tecavüz edilerek öldürülen günahsız kızlarının, hastane morgunda bekleyen cesedini bile almaktan korkan ana babaların çaresizliğidir.

Faşizm çok da güncel bir şeydir ve kapitalizmle ayni sülaleden gelir. Bir yandan yağmalar, diğer yandan ortak eder günahına. Bitmek tükenmek bilmeyen karlar, komisyonlar ve yüzdelerdir. Yüksek verimliliktir, akil almaz hesaplardır. Dili bir tuhaftır, zor anlarsınız; bankaların, borsaların ve insan kaynaklarının dilidir. Gevezedir faşizm, hastalıklı ekranlardan akıllarınıza hücum eder hiç durmadan.

Faşizm, parmağını sallamaktır her seferinde. Çocuklara, kadınlara ve yaslılara düşman olmaktır. Onca hirsizlik ve soytarılıktan sonra, utanmadan ortalıkta gezinmektir. Maden ocağının önünde yan yana yatan genç bedenlere yetmeyen tabutlardır. Kavun deposuna doldurulan cesetlerdir. Nefes alacak hava, bakacak gökyüzü, içecek temiz su bırakmamaktır faşizm…
Evet, iyi anladınız; Faşizm sıraya girmektir. Hizaya gelmektir. Mecburen selam vermektir. Başını önüne eğmektir. Gölgenden korkmaktır. Umudun bitmesi, iyiliğin yenilmesidir. Sınıfta, sokakta, çarsıda, evde ve artık üzerinde yürünmesinden bile korkulan meydanlardadır.
Ama zor oyunu bozar ve insanlık tarihi, zalimlerle mazlumların mücadeleleri tarihidir.
Bu yüzden mesela, 27 Mayıs 1871’de Parisli komüncüler öleceklerini de bilseler tarihe “başka türlü bir hayatın mümkün” olacağını kanlarıyla yazmışlardır. Çoğu işçi, gazeteci, doktor ve rahip olan 92 kişi 60 gün kadar iktidarda kalmayı basarmışlardır. Bu kısa sürede kiralar azaltılmış, borçlar ertelenmiş, faizler yasaklanmıştır. Fabrikalar çalışan isçilere devredilmiştir.
En sert direniş yoksulların daha yoğun olduğu bölgelerden gelmiş, sokak savaşları sekiz gün sürmüştür. Donemin hükümeti 27 Mayıs 1871’de kuşattığı direnişçileri ve destekcilerini vahşice öldürmüştür.
Evet, zor oyunu bozar ve tarih hep zalimlerle mazlumların kavgasını yazar. Bu yüzden Gezi diye bir şey olur bir Haziran günü ve herkes anlamaya çalışır olanlari. Anlaşılması cok da kolaydir aslında.
“Kimin işi bu Gezi meselesi?” sorusunu hemen cevaplayabilirim bu yüzden: Bana kalırsa, “üşüdükçe kendini yakan çocukların işidir” Gezi.
Epeydir unuttuğunuz bir türkünün, birden dilinizin ucuna gelivermesi gibi bir şeydir. Çok gitmek istediğiniz bir konser için, karaborsadan bilet almaktır da diyebiliriz.
Sabah uyanıp gözlerinizi açtıktan sonra, bir sure daha yataktan kalkmayıp, her şeye boş vererek biraz daha kalmaktır yatağın sıcaklığında.
Gezi, sahilde çıplak ayakla yürümektir; ya da, balkonda otururken tepenizde sallanan asmanın ucundan bir salkım uzum koparmaktır.
Uzun ve terli bir yaz gününün sonunda, koşarak denize girmek gibidir yani.
Nasıl söylesem; söyle bir örnek de verebilirim: Gezi, çocukların caninin erik istemesidir!
Parisliler şehrin en yüksek tepesine gömdüler ölülerini ve adını Sacre-Coeur koydular. “Kutsanmış yürek” anlamında. Taksim bizim tepemiz değilse de, avlumuzdur. Gezi boyunca bizim avludan bir çok kus havalandı. Ali İsmail saka kuşudur, renkli kanatları ve narin boynuyla. Saka kuşunun vatani Hatay’dır, Ali de herhalde memleketine gitmiştir. Abdullah hemşerisi olur, buluşmuşlardır mutlaka, bir kayanın ucunda. Ethem kara yağız at demektir. Güçlüdür, kuvvetlidir Ethem; belli ki turna olup uçmuştur Sungurlu’ya. Berkin de kuvvetli demektir, lakin çok uzun yatmıştır beyaz çarşaflarda, zayıflamıştır ve artık bir serçe kadardır gövdesi. Bu yüzden fazla uzağa gidemez, Okmeydanı’ndaki evlerinin çatısına konmuştur en fazla.

Gezi Parkı İstanbul’un Sacre-Coeur’udur. Kalbimizdeki yeri de Paris Komünü kadar içlidir.

Dersimiz faşizmdi değil mi? O zaman unutmadan; faşizm korkaktır, hiç bir şey dindiremez korkusunu…
Yine E. Günçe’yle bitireyim, biraz değiştirerek:

“gezinin kuşları,
ürkütür tüfeklerini,
hiç çiçek ve çocuk olmamış o adamların…”

*Dizelerinin ilhami için G. Akin ve E. Gunce’ye teşekkür ve saygıyla.