BİR ZAMANLAR AVANOS

1969 Temmuz. Okullar tatil olmuş. Her gün, buğday pazarının karşısındaki gazozhanemizde çalışıyorum. Ağabeylerim nefes aldırmıyor. Sadece radyodaki çocuk saati programını dinlememe izin var, o da Cuma günleri saat beşte. Şişeleri yıkadıktan sonra, arka taraftaki küçük sedire uzanıp, Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı”nı okuyorum. Çok komik bir kitap. Yan komşumuz Hacı Osman amca, namaz vakitlerinde dükkana geliyor. Elinde ibrik, abdest almak için su dolduracak. Bir kaç kez yanıma gelip bana bakıyor. Kitaba öyle dalmışım ki, dünyadan haberim yok. Abi’me söylediklerini duyuyorum ama:” Oğlum, buna dikkat edin. Kendi kendine gülüyor. Çok okumaktan aklını oynatmış olabilir. Babana söyle de bir doktora göstersin.”
Az sonra dükkana, abimin arkadaşı Hasan Hüseyin abi giriyor. Biz, “Hacı Dayı” deriz. Pek mutlu. Bir film çekiliyormuş Zelve’de. Adı ne, kim çekiyor, bildiği yok. Hüseyin Zan’la konuşmuş, anlaşmışlar. Bütün işleri o ayarlıyormuş zaten. Yemek, yevmiye çok iyi. Bir problem var yalnız. Film boyunca kafasında boynuzlu bir miğferle dolaşacakmış, ona canı sıkılıyor. Arkadaşları dalga geçerler çünkü. Zaten dediği gibi de oldu. Uzun yıllar bu “boynuzlu miğfer meselesi” konuşuldu kasabada.
İtalyan yönetmen Passolini, Maria Callas’ın başrolde oynadığı “Medea” filmini Avanos-Zelve’de çekti. Hacı Dayı ve bir çok Avanos’lu o filmde oynadı. Geçenlerde tesadüfen Medea’yı seyrederken, Passolini’nin fantastik boynuzlu askerlerinin arasında Hasan Hüseyin abi’yi gördüm. Pause’ye bastım, bekledim…Sinema’nın ne olduğunu düşündüm. Passolini’nin hayal edip çektikleri mi, kasabanın tarihine iyi yevmiye ve köfte ekmekle giren sosyal bir hadise mi ya da benim, gece yarısı odamda, belleğimin elinden tutmuş, bugünün gözüyle geçmişimi okuduğum bir metin mi?
Hasan Hüseyin abi çok sigara içerdi. Erken yaşta akciğer kanserinden öldü. Passolini’nin feci halde dövülmüş ve kafasının üzerinden arabayla geçilmiş cesedi 2 Kasım 1975 yılında, bir sahilde bulundu. Maria Callas 1977 yılında Paris’te öldü. Vasiyeti üzerine yakılmıştı. Küllerini çaldılar. Epey sonra bulundu ve Ege Denizi’ne serpildi.

TONY CURTİS’İN GAZOZU

Yıl 1970. Avanos’ta “Paralı Askerler” isimli bir film çekiliyor. Tony Curtis çarşıda dolaşıyor, yanında Charles Bronson. Ahali peşlerinde. Tüm kasabalı işi gücü bırakmış, çekimleri izliyor. Filmin bir sahnesinde büyük sofralar kurulmuş, eğlence var. Sahnenin sonunda da silahlar patlıyor, masalar devriliyor, kavga kıyamet. Set ara verince, kırılmamış tabak ve bardakları kapışıyoruz çoluk çocuk. Bir fırsatını bulup, atın üzerinde beyaz kıyafetiyle dolanan Tony Curtis’e, “Peri” gazozu veriyorum. Gülerek alıyor ve içiyor. Lakin, yanlarında getirdikleri ve ilk kez orada gördüğüm kutu kolalar karşısında hiçbir şansımızın olmadığını anlıyorum.
Tony Curtis 2010 yılında öldü. O günlerde, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Sinema Merkezi’nde, Mithat Bey’in konuğu olmuştum. Sohbet sonrası bana merkezin film arşivini gezdirdi. Zengin bir koleksiyonlarının olduğunu ve aradığım bir film varsa verebileceklerini söyledi.
”Paralı Askerler” dedim.”Yönetmenini bilmiyorum. 1970 yılında çekildi, Avanos’ta..Türkiye’de oynamadı bildiğim kadarıyla…Var mı?”
Bir an duraladı Mithat Bey ve ortadan kayboldu. Geldiğinde hafif mahcup ve biraz da canı sıkkın: ”Yok” dedi. ”Vizyona farklı bir isimle de girmiş olabilir.”
Sonunda filmi buldu Mithat bey.”You Can’t Win’Em All” mış orijinal adı, Peter Collinson’un filmi, “Hepsini Kazanamazsın” diye çevrilebilir” dedi ve CD’yi önüme koydu. Akşam bilgisayarımda çocukluğumu, eski evimizi, ölmüş komşularımızı izledim, ağlayarak. Mithat Alam, bir film üzerinden geçmişimi hediye etmişti bana. Belki de sinema, sadece bu kadarcık bir şeydi.

“BENİM ATIM BAŞROL OYNUYOR”

Yıl 1973. Fransız yapımı, ”Tibet Çanı” diye bir film çekiliyor Avanos’ta. Sahnelerin bir kısmı Sarıhan’da geçiyor. Her yanını otlar bürümüş, duvarlarının büyük bir kısmı çökmüş, eski bir han. Aylardan Haziran ve bozkırın tüm sıcağı tepemizde. Nasıl yapmış etmişim, sette gazoz satıyorum. İçinde iri buz parçalarının ve gazoz şişelerinin olduğu su dolu teneke bir kovayla geziniyorum. İlk defa bir film setinin bu kadar yakınındayım. Büyülenmiş gibi yapılanları izliyorum. “Deli olmalı bunlar!” diyorum kendi kendime. “Aynı şeyi niye defalarca yapıyorlar ve niye bazen yaptıkları şey onları bu kadar mutlu ediyor?”
Ama gazoz satıyorum ve öğle aralarında kendi yedikleri döner ekmekten bana da veriyorlar. Bu iyi.
Kot pantolonlu, incecik, sarışın bir kadının ara sıra yükselen tiz sesi: “Silence, s’il vout plait.” O günlerden kulağımda kalan bu cümlenin, “lütfen susun” demek olduğunu öğrenmiştim ve o sesi duyduğum anda yere çöküp, ne olursa olsun kaybolmam gerekiyordu.
Fransızlar, çekimler sırasında, Avanos’tan ve çevre köylerden çok sayıda at ve figüran da toplamışlardı.
Tüm işleri, elinde James Bond çanta olan, orta boylu, hafif şişman bir Türk ayarlıyordu. İşin Fransız tarafında ise zayıf, kara kuru, keçi sakallı bir mösyö var. Bir sabah, başrol oyuncusunun bindiği atın sahibi olan köylü, aldığı paraya itiraz ederek atını çekti. Ücretinin diğer at sahiplerinden daha yüksek olması gerektiğini iddia ediyordu. Savunması da çok mantıklı(!):
“Benim atım başrol oynuyor arkadaş!”
Mesele uzayınca, bizim James Bond çantalı tedarikçi olaya müdahale etti:
“Bakın şu keçi sakallıya” dedi. Ben ve tüm figüranlar mösyöye baktık.
“Görüyorsunuz değil mi. Keçi sakallı, bastıbacak bi herif. Bi şeye benzemiyor gibi. Öyle değil ama. O herif, “okey, finiş” dediği anda işimiz biter. Tamam mı oğlum. “Okey” lafını duyduğunuz anda kuyruğunuza bakarak köyünüze dönersiniz. Ne yaparsanız yapın ona “okey” dedirtmeyin.”
Figüranları bilmiyorum ama, benim çocuk zihnimde iki korkunç kelime olarak kalmıştı, ”okey” ve “finiş.”
Atı başrol oynayan köylü, aldı atını ve gitti.
Filmin başrol oyuncularından Roger Delgado, bir ciple Avanos’a giderken trafik kazası geçirdi ve yanında iki Türk teknisyenle birlikte öldü. “Tibet Çanı” filmi hiçbir zaman bitirilemedi. Hep düşünürüm, ölen teknisyenlerin çocukları için sinema nedir acaba?

FİLMLERİN DE CANI VAR

Sinema, sanatın tüm dallarıyla illiyet oluşturabilen, etkilenen ve etkileyebilen, hayatın her anından fazlasıyla beslenen bir sanat.
Şunu iyi biliyorum artık: Filmlerin de canı var ve basbayağı yaşıyorlar. Zamanla değişik hallere dönüşebiliyorlar, tıpkı biz insanlar gibi. Aynı filmden çocukken farklı, genç bir delikanlıyken daha farklı, sevgilisinden yeni ayrılmış biriyken ya da yeni baba olmuş elli yaşında bir hekimken çok daha farklı biçimde etkilenip, farklı duygularla çıkabiliyorsunuz. Bu sizin o filmle hangi zaman diliminde, hangi ruh haliyle ve filmin kendi yolculuğunun, hangi evresinde karşılaştığınızla ilgili olan çok enteresan bir durum. Üstelik, her seyircinin, tek başına, her filmle, sadece filmle kendisi arasında “çok özel” bir ilişki kurduğuna da eminim.
Sinema yapanların sinemayla kurdukları ilişkinin özünün “aşk” olduğunu bilenlerdenim. Esasında bir “yolculuk” olan sinema, yaratıcı ve seyircisi arasında ortaya çıkan yabancılaşmayı ancak, basit ve gerçek insan hikayeleriyle ve hayatın kendisini öne çıkararak aşabilir. Aşk bitmez. Asıl olan yolculuktur. Vuslat olursa da aşkın manası kalmaz…