BURSA’DAN MALATYA’YA

“…….Sana bir şey söyleyeceğim, bu meseleyi iki gün içinde tahkik edip bana derhal bildir: İki metre eninde, iki buçuk metre boyunda ve ortadan dikişli bir yorgan çarşafı Malatya’da kaç para eder? Ve orda bizden bu boyda ve ende toptan yorgan çarşafı almak isteyen tüccar var mı? Malımız çözgü 20 numara, atkı 12 numara ipliktendir. Ve beher çarşaf en aşağı 600 gram çeker. Bir mesele daha: Bana oradan, karaborsadan, iplik bulmak kabil midir ve paketi, muhtelif numaraların kaç parayadır?..”

İlk okuduğunuzda işinin ehli, yaman bir tüccarın, elindeki mallar için değişik pazarlar aradığını; Malatya’daki arkadaşından da, karaborsa iplik istediğini düşüneceğiniz metin, Nazım Hikmet’in Kemal Tahir’e yazdığı bir mektuptan. Yıl 1943. Nazım, Bursa Cezaevi’nde, Kemal Tahir ise Malatya. Savaş tüm şiddetiyle sürüyor. Milli şef İnönü başta. Varlık vergisi konmuş ve ekmek karneyle alınıyor.

Nazım, cezaevinde aç kalmamak bir yana, Piraye ve Kemal Tahir’e de para gönderebilmek için çocukça denebilecek bir masumiyetle, cezaevinde dokuma tezgahı kurarak “patronluğa” soyunmuştur. Akıbeti tahmin edebilirsiniz: “…Bizim tezgahlar, 249 lira borç bırakarak bu ayın başında iflas ettiler. Bizi karaborsa mahvetti. Burada bizim kazandan bir öğün yemek alıp yiyoruz. Bir öğünü de marulla filan idare ediyoruz. Bu perhiz böbreklerime yaradı. Zaten yaş ilerledikçe yemeyi içmeyi kısmak lazım…”

Nazım, “böbreklere iyi geliyor” dediği açlıkla boğuşurken, tüm inancıyla “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı yazıyordu. Benzer şartlarda yaşayan Kemal Tahir de “Karılar Koğuşu” nu.
Nazım, 1940 şubatında başlayıp, 1950 temmuzunda biten mahkumluk yıllarında, dokumacılık yaptı; şiirler, senaryolar ve oyunlar yazdı, çevirmenlik yaptı. Kemal Tahir’in yazdıklarına yardım etti, yol gösterdi. (Kemal Tahir okuyabilsin diye, çok önemsediği yabancı dilde bir romanın bir deftere el yazısıyla çevirisini yapıp, ona gönderecek kadar da özveriliydi ) Orhan Kemal’in yazarlığa geçişini sağladı, adam öldürmekten cezaevine düşen ırgat İbram Ali’den ressam Balaban’ı çıkarttı.

Kemal Tahir ise yokluk ve sıkıntılarla geçen 15 yıllık cezaevi hayatını iki roman ve on iki tefrikayla tamamladı. Nazım’daki inancın ve ümidin aynını Kemal Tahir’in ilk karısı Fatma İrfan’a cezaevinden yazdığı bir mektupta da görürüz: “…İnsanlar bizim günlerimizden daha kötülerini masal yapmasını bildiler. Kuvvetlerimizi felakete karşı deneme fırsatını bulduk. En tatlısı, “Hey canına, biz neler çektik” diye söze başlayabilmektir. Hikayesi olmayan adamlara acıyor gibiyim…”

FELAKET ARKADAŞLIĞI

Yıl 1982-83; İzmir. Tıbbiyede öğrenciyim. Hafta sonu oldu mu, istikamet Şan Pasajı, “Aydın Kitabevi”. Geçen hafta okumaya başlayıp, çaktırmadan sayfanın ucunu büküp bıraktığım kitap yerinde duruyor. Rafların dibine, küçük bir tabureye çökerim. Aydın abi nazik adam, mutlaka çay ısmarlar. Bildiğin, kütüphane muamelesi yapıyorum kitapçıya. Yorulup eve dönme vakti geldiğinde, “şimdi, kitap almadan gitmek de ayıp olur” düşüncesiyle alınan ucuzundan bir şiir kitabı. Aydın Abi bir kitap da kendisi koyar torbaya, halden anlar sağ olsun.
Çok yıllar sonra bir konuşma için İzmir’e gidince, hemen Kemeraltı’na daldım. Derdim Pasajı bulup, hala kaldıysa Kitabevi’ne uğramak. İkinci Beyler’in etrafında bir süre şaşkınca dolandım. Bir pasaj var ama, içinde Şan Sineması yok. Camlarında, “devren satılık” ve “indirim” ilanlarının asılı olduğu karanlık bir geçit. Burası olamaz bence. Sırtını ışıklı bir reklam tabelasına dayamış, başı önünde sigara içen birisine yaklaştım sonra:
“Pardon birader, Şan Pasajı burası mı, yoksa başka bir yerde mi?” deyince, adam pasajın şaşalı günlerini de yaşamış ekabir ve efkarlı bir esnaf sesiyle: “burası, burası… Şan Pasajı burası. Neyi aramıştın sen” diye mırıldandı. Neyi mi aramıştım? İlk gençliğimi tabii ki… İlk aşkımı, canım İzmir’imi…Şiirlerimi… Masumiyetimi bir de. Çok şey mi aramışım?

Neyse, ben başka bir şey anlatacaktım. O hafta sonu Aydın Abi’nin dükkanında çok kalmadım. Biraz ilerde, Kemeraltı’nın çıkışında Erdal Abi’nin Sergi Kitabevi var, oraya gideceğim. Öğleden sonra Kerim Korcan’ın imza günü var. Kitabevine vardığımda dükkanın köşesine yerleştirilmiş küçük bir masanın arkasında tüm heybetiyle oturan Kerim Korcan’ı, Erdal abi’yle laflarken buldum. Bir sandalye alıp, masaya yakın bir yere konuşlandım. Kerim Korcan, Adapazarı doğumlu, ilk okul terk, 20 yaşında iken Nazım ve Kemal Tahir’le birlikte Donanma Davasından yargılanıp12 yıl hapse mahkum olmuş; on yıl aralıksız Sinop Cezaevi’nde yattıktan sonra, cezaevinden marangozluk öğrenerek çıkan, öykü ve şiire içerde başlayıp sonrasında müthiş hikayeler, romanlar yazan birisi. Kitap imzalatmaya gelen herkese önce adını soruyor, sonra uzun uzun düşünerek bir şeyler yazıyor ve imzalıyordu. Bir ara, masanın önüne gözlüklü, orta yaşlarda, güler yüzlü bir adam yanaştı ve elindeki kitabı Kerim Korcan’ın önüne koydu. Kerim Abi, mutad sorusunu sordu tabii ki: “Adınız neydi efendim? “ “Berin Taşan” dedi adam, sakince. Kerim Abi önüne eğilip, “Berin…” kelimesini yazmıştı ki, bir an durdu ve kafasını kaldırarak dikkatlice adama baktı. Adam hala gülümsüyordu. Biraz bakıştılar… Ardından benim ve kitapçının şaşkın bakışları altında, Kerim Korcan’ın masayı devirircesine ayağa kalkıp, “Savcım”, adamın da “Kerim Bey” diye bağırarak birbirlerine sarıldıklarını gördük. Kerim Korcan’ın, “Savcım” dediği adam eski Sinop Cezaevi Savcısı, şimdi Karşıyaka Cumhuriyet Savcısı, şair ve yazar Berin Taşan’dı. Eski mahkum ve Savcı birbirlerine sıkıca sarılmış bir halde, bir süre öylece durdular.

“Ben üniversite kürsülerinde vatandaşların hak ve hukuk eşitliği için ağlayan ama içeride insanların anasını ağlatan adaleti, tekmil ters uygulamalarıyla mahpushanede cürmü meşhut ettim, suçüstü yakaladım” diyen Kerim Korcan’ı
yıllar sonra, aynı dertlerin muzdaribi bir savcıyla kucaklaştıran sebep; onun Sinop zindanından seslendiği, “ben bu oyunu bozarım” inancıdır. Nazım ve Kemal Tahir’deki sesin aynısı.

Stanislav Lem, “Solaris” romanında, “insanın, kendi kaderinin sınırları içinde verdiği mücadele yolundaki engelleri aşmasını, bu yoldaki inançlarını ve ahlaki dönüşümünü” anlatır.
Nazım ve arkadaşları, “inançlarından vazgeçmeyen, kendilerine sadık insanlardı.” Onlar, tüm cesur insanlar gibi, “Her şeyin maddi dünyadan ibaret olmadığını, keşfedilmeyi bekleyen aşkın bir dünya olduğunu fark etmişlerdi.”
Hepsinin de ortak derdi, Tarkovski’nin sürekli hatırlattığı “inançlı olmak” meselesiydi.
“İnanç…İnsanın gerçekten sahip olduğu ve onu kurtaracak olan tek şeydir!”
*Tahsin Saraç
*Alıntılar A. Tarkovski