Kalplerimiz mezar yeri
Hastanede işe gireli çok olmamıştı. Masum hayalleri olan genç bir kızcağız. Zülfiye…Uzun süredir bizde tedavi olan dedesinin ölüm haberine çok da şaşırmamıştım doğrusu. Epeyce yaşlı ve kronik rahatsızlıkları olan bir hastaydı. Akşam vakti, izin almak için uğradı yanıma. Dedesinin cenazesini bir arabaya koymuşlar, Sivas’a götüreceklermiş. Uzun ve yorucu bir yolculuk bekliyordu onları. Arabayı kullanan abisi sabaha karşı, Sivas’a yaklaştıkları sırada uyumuş, karşıdan gelen bir otobüsün altına girmişler. Zülfiye, abisi ve bir yakınları ölmüş. İçim yandı duyunca. Resmi evraklarını almak için hastaneye uğrayan akrabalarından birine dayanamadım sordum, biraz da eleştirerek:
“Niye götürüyorsunuz ölülerinizi, buraya gömsenize… Cenaze için yollara düşmeseydiniz belki bunlar gelmezdi başınıza!” Kendimce bir sebep arıyordum sanki bu genç ölüme.
Tevekkülle mırıldanmıştı adam:
“Dedenin vasiyeti öyleydi hocam. İlle köye gömülmek istedi. Zaten hiç birimiz buraya gömülmek istemiyoruz ki. Ölünce biz de köye gideceğiz…”
Birkaç yıl sonra bir bahaneyle gittim o topraklara. “Bilmem kaçıncı geleneksel ekin şenlikleri” için. Gece yarısı ıssız dağ yollarında kaybolduk bir ara. Karanlıklar içinde küçük bir köye vardık. Kırk elli hane kalmış viran bir yer. Bizim için hazırlanmış odalara çekildik. Her şey derin bir sessizliğin içinde kaybolmuş gibiydi. Etrafta en ufak bir çıtırtının dahi duyulmadığı bu tuhaf coğrafyada, uzandığım yer yatağında; buraya gömülmeyi vasiyet eden dedesinin ayak ucundaki Zülfiye’yi düşündüm. Köy mezarlığında yan yana yatıyorlardı şimdi. Zülfiye, kısacık ömrünün yeterince sunamadığı kıymeti, ölümüyle ödemişti sanki köyüne. Kökleriyle sarıldığı toprağından yeniden büyümek için. Köy mezarlığında yan yana yatıyorlardı şimdi.
“Bir Zamanlar Anadolu’da” ki Muhtar’ın diline pelesenk olmuş “köy mezarlığının hiç bitmeyen duvar inşaatını” ve “morg ihtiyacını” tüm yakıcılığıyla hissetmiştim orada. Muhtar haklıydı! Köy çoktan terk edilmiş de olsa onlar buraya aittiler. Kalanlar ya ölerek bekliyorlardı onları ya da onların ölerek gelmelerini. Mezarlar ise onları ait oldukları toprağa ve birbirlerine bağlayan görünmez kudrete sahip mekanlardı. Ölünce mutlaka köye gömülme isteklerine şaşırmıyordum artık. Aynı köylülerin, İstanbul’un kenarında sıkça rastlayacağınız zevksiz düğün salonlarının birinde yapılan dayanışma gecesindeki slayt gösterisinde; perdeye köyün mezarlığının fotoğrafı yansıdığında, dakikalarca ayakta alkışlamalarına şaşırmadığım gibi. İyice anlamıştım, hayat ve ölüm birbirine bağlıydı ve aynı anda vardı.
HABİL’İN MEZARI
Kabil, kardeşi Habil’i öldürdükten sonra cesedi ne yapacağını bilemez. Bunun üzerine Tanrı, ona bir misal gösterir. İnsanoğlu mezar fikrini ilk nereden ilham almış, bakın nasıl anlatıyor kutsal kitap:
“…Karga ağzında bir karga ölüsüyle geldi uzaktan ve orada bir yere kondu. Toprağı eşeledi ve ağzındaki ölüyü, açtığı çukura koydu. Sonra eşelediği çukurun üzerini yine toprakla örttü. Bunları gören Kabil’in içi yandı, bir karga kadar olamadığı ve kardeşinin ölüsünü açıkta bıraktığı için pişman oldu. Ah! etti…”
12 Eylül darbesinden sonra Gaziantep’te asılan Veysel Güney’i asmakla kalmadılar, ölüsünü de vermediler. Veysel’in hala bir mezarı yok. Ona dair yazdığım bir yazıda, “insan daha konuşmadan, öğrenmeden, bilmeden “mezar kazıyordu” ölüsü için” demiştim. Evet, 9000 yıl önce Çatalhöyük’de yaşayan avcı-toplayıcı topluluklar evlerinin tabanına gömüyorlardı ölülerini. Çocuk mezarlarını ise daha çok odalardaki sekilerin altına. Özenle örülmüş sepetlere koydukları çocuk ölülerini…
Anadolu’da mezara ölünün en yakını iner. 9000 yıl sonra bile bu topraklardaki açık mezarların içinde kardeşlerinin, babalarının ölülerini göğüslerine yaslayarak toprağa yatırmayı bekleyen insanlar yaşıyor…
MEZARIN SAHİBİ KİM?
Mısır Piramitleri için taşınan 800 milyon taş kütlesi köleler tarafından firavun cesetlerine mezar yapılsın diye taşınmıştır. Bu dev taş kütlelerinden oluşmuş duvarların arasında, oraya ait değilmiş gibi duran ufak tefek taşlar da vardır. Bunlar piramitlerin yapımı sırasında ölen kölelerin kemiklerinin gömüldüğü yerlerdir. Yüzlercesinin bir hendeğe değersizce gömüldüğü küçük köle mezarları. Ruhları da bedenleri gibi köle olarak kullanılsın diye böyle yapılmış belli ki.
Ama tarih biliyor ki, piramitler aslında Keops’un, Kefren’in Mikerinos’un mezarı değildir. Firavunlar, onlarca yıl süren piramit inşaatlarında ölen binlerce Mısırlı köleyi piramit taşlarının arasına gömerek, kendi mezarlarını değil, binlerce kölenin muhteşem anıt mezarlarını yaptırmışlardır.
M.Foucault , “içinde bireylerin ve şeylerin yerleştirilebileceği bir tür boşluk içinde yaşamıyoruz. Işıl ışıl farklı renklerle boyalı bir boşluğun içinde yaşamıyoruz, birbirine asla indirgenemez olan ve asla üst üste konamayan mevkiler tanımlayan bir ilişkiler bütünü içinde yaşıyoruz” diyor. Foucault bu mekanları da iki ana gruba ayırarak, “mezarları” ütopyanın dışındaki gruba, vücudun bir parçasının normal yerinden farklı bir yerde bulunmasını tanımlayan heterotipi teriminden kök alan.”heterotopyaya” dahil eder. “Gerçekten de dünyada heterotopya oluşturmayan tek bir kültür dahi olmamıştır ve her heterotopyanın o toplum içinde kesin ve belirgin bir işlevi vardır…”
İnsanlık tarihi mazlumlarla zalimlerin mücadeleleri tarihidir. Bu yüzden mazlumlar birbirinin kardeşi ve diğerkamıdır. Mısırlı kölelerle, Sicilyalı köylülerin kardeş olduğu gibi.
REQUİEM
Paolo ve Vittoria Taviani kardeşlerin 1984 yapımı olan “Kaos” filmi, Luigi Pirandello’nun 4 öyküsünden ve bir prologdan oluşan 188 dakikalık bir başyapıttır. Sicilya köylülerinin hayatlarının anlatıldığı filmde, öyküler birbirinden bağımsız gibi gözükse de bölümler arasındaki boynuna çıngırak asılmış kuzgun, bize onları birbirine bağlama şansı verir.
Taviani Kardeşler’in “Kaos” filmindeki dördüncü epizot olan “Requiem” de Baron tarafından sahip çıkılan yere ölülerini gömmek için direnen köylülerin hikayesi anlatılır.
Filmin hiç unutulmayacak görüntüsü, yaşlı bir adamın mezarının yanında saygı ve sevgiyle ölümü beklemesidir. Arazide hak iddia etmek ancak oradaki mezara gömülmekle mümkündür. Sicilyalı köylüler kaç bin yıllık düsturu kez daha teyit etmek için oradadırlar: “Yalnızca, öldüğümüz yer bizimdir.”