Neyin filmi çekilir ya da niye film çekilir?
“Büyük olasılıkla bir film içimizdeki karışıklıktan doğar ve zorluk da budur. Kargaşanın içinden doğru noktayı seçmeyi bilmek.” M.Antonioni
METİN ERKSAN
Her Pazar saat 10.00 da kapısını çalardım Metin Abi’nin.(Erksan) Salonda biraz oturur, giyinmesini beklerdim sonra. Artık eprimeye başlamış siyah takım elbisesini giyer, kravatını özenle takar, fötr şapkasıyla da kıyafetini tamamlardı. O hazırlanırken, masanın üzerinde son okuduğu kitabı alır, altını çizdiği satırlara bakardım.
Bir süre sonra da “Yahu doktor, beklettim seni!” nidasıyla çıkmaya hazır olduğunu duyurur, o günkü gezimize başlamak üzere evden ayrılırdık. Ne yapardık tüm gün? Pazarlardan birini mesela, Halide Edip’in meşhur Sultanahmet konuşmasını tam olarak nerde yaptığını keşfetmeye ayırmıştık. Alanda iki yüz bin kişi olduğu söylenir hep, kürsü nereye konmuştur acaba? Gelip geçenlerin meraklı bakışlarına aldırmadan, Sağlık Müzesi ile Ayasofya arasını, kadastrocu dikkatiyle arşınlayan iki kişi. Ertesi hafta Şakir ve Kemal Seden kardeşlerin İstanbul’daki ilk sinema salonunun, Ali Efendi Sineması’nın peşine düşmüştük. Bir başka Pazar ise, Atatürk’ün İstanbul’da yaşadığı bekar evlerinin izini sürmüştük. Beyoğlu Hava sokak No: 5 mesela. “Burası aslında Selma ve Salih Fansa’nın evi” demişti Metin Abi. “Paşa, Suriye’de tifodan hastalandığında onların evinde kalmış ve Selma hanımla kocası çok ihtimam göstermişler. Dostlukları daha sonra da sürmüş.Vahdettin’in kızıyla, bu evde buluşup sohbet etmişler.” “Paşa saraya damat mı olmak istiyormuş” diye sormuştum hınzırca. “Kız istememiş galiba” dedi Metin Abi. “Paşayı hırslı ve sinirli bulmuş.” “Vahdettin’in en çirkin kızıydı zaten, isabet olmuş” demişti, bıyık altından gülerek. “Enver gibi damat olsaydı, akıbeti farklı olmazdı herhalde” diyerek de konuyu kapatmıştı.
Her zaman bu kadar masum olmazdı ama gezi maceramız. Metin Abi, aniden İstiklal caddesinin hemen sağındaki Zambak sokağa saparak, İstanbul’un ilk randevuevi işletmecisi Lüks Nermin’in mekanını bulur, o günlere ait hikayeler anlatarak, gülmekten yerlere yatırırdı.
Pazar gezilerinde mutlaka Sultanahmet Köftecisinde mola verilir, fasulye pilaki eşliğinde köfteler yenir, Turing’in Yeşil Evi’nde sade kahveler içilirken Çelik Bey’in (Gülersoy) dedikodusu yapılır, akşamüzeri de Sirkeci Garı’nın içindeki Gar Lokantası’nda içilen soğuk bir birayla gezi sonlandırılırdı.
DÖNÜŞÜM MUHTEŞEM OLACAK
Zile bastım ve kapının önünde ayakkabılarımı çıkarmaya başladım. Az sonra elinde bir çift terlikle kapıyı açtı. Ayakkabıları kapının önünde bırakarak, terliği giyip, içeri girdim.
“Sen otur doktor, ben geliyorum” diyerek kütüphaneye doğru uzaklaştı. Özellikle son zamanlarında, hafızasına güvenemediği için, kartonlara büyük notlar yazarak onları etrafa astığını, yapıştırdığını görüyordum. “ANAHTARI UNUTMA” ya da “OCAĞA BAK” gibi. O gün başka bir not daha vardı etrafta. “DÖNÜŞÜM MUHTEŞEM OLACAK.” Salona geçip oturdum. Koltuğun hemen önündeki masada da yine büyükçe bir not ve altındaki iki dize bana bakıyordu: “Gidişim suskun olmuştu ama, dönüşüm muhteşem olacak.”
Evet, son zamanlarda, sürekli kulağıma çalınan bir şarkıydı bu. Kadir Tapucu söylüyor. İyi de, Metin Erksan’la ne ilgisi var?
Hangi fötr şapkayı giyeceğine karar vermek için bakınırken, dayanamayıp sordum:
“Abi nedir bu, dönüşüm muhteşem olacak meselesi?”
Birden heyecanlandı ve geldi, karşıma oturdu.
“Müthiş, müthiş.Yahu, müthiş bir şarkı. Bu çocukla bir film çekmek istiyorum ben. Farkında değil misin, “Dönüşüm Muhteşem Olacak”ın hikayesi, “Rüzgarlı Bayır”ın hikayesi. “Uğultulu Tepeler” yani. Wuthering Heights yahu. Emily Bronte’nin. Bilirsin. Kadının ilk ve tek romanı.”
“Benzerlik nerde abi?” diyorum.
“Hikaye hep aynı aslında doktor. Fakir oğlan, kızı sever. Kavuşamaz. Çaresiz terk eder, ayrılır oradan. Kız başkasıyla evlenir. Oğlan döndüğünde zengin ve güçlüdür. İntikamı korkunç olur. Dünyada tüm filmler hala aynı konuyla çekiliyor. Benim “Acı Hayat” da böyle değil midir Allah aşkına?”
O günkü Pazar gezimize çok geç başlayabildik. Kötülük, kötülüğe hak verme, tutku, aşk, acı ve intikam üzerine saatlerce konuştuk. O sohbetten anladığım, seyircinin, perdede gördüklerini kendi yaşamı olarak algılamasıydı sinema. Zamanı durdurulan bir olayı, kişisel bir deneyimmiş gibi içselleştirmesi ve kendi hayatı ile perdede gösterilen arasında bir ilişki kurmasıydı aslında her şey.
PROJEKTÖRCÜ
“Peki, tekrar film yapmaya karar verirsen, neyi çekmek isterdin abi?” diye sormuştum bir gün.
“Sait Faik’i” dedi ve gitti kitaplıktan bir kitap çekti, çıkardı. Her zamanki şefkatiyle karıştırdığı kitabın içinden bir hikayeyi seçerek önüme koydu. “Al işte, film yapılacak hikaye bu, çek bunu.”
Hikayenin başlığına baktım, “Projektörcü.” Hikayede anlatılan, bir ada vapurundaki projektörcünün, gece projektörüyle denizin üzerini araştırırken birden ışığını sahile, evlere, insanlara, onların mahremiyetine tutuvermesi, oradan çıkardığı hikayeleri de evde onu uyumadan bekleyen oğluna ballandırarak anlatmasıydı. Metin Abi’nin her daim oturduğu koltuğuna takıldı gözüm. Boğazı tüm açıklığıyla kucaklayan bir yerdeydi evi ve oturduğu koltuğun hemen yanındaki dürbün, boğazı geçerken mola veren büyük gemileri seyrettiği dürbündü. Tıpkı Sait Faik’in projektörcüsü gibiydi Metin Abi.
Sinemacı da bir projektörcüdür. Kamerasını çevirerek seyrettiği hayatların içinden kendi meşrebince kıymetli olan taraflarını alır, diğerlerini bırakır. Neyi seçtiği ise onun sinema dilidir. Hayatla, bizim dışımızdakilerle kurduğumuz ilişkide de bir “tercihtir” sinema. Senaryo yazmak ya da film yapmak, hayatla olan alışverişimizde kullandığımız dildir, tezgahın neresinde bulunduğumuzdur. Neyi önemsediğimiz, pazarlığı nasıl yaptığımız, kendimize ya da sahip olmak istediğimize biçtiğimiz fiyattır esasında.
Kieslovski, bir konuşmasında şunları söylüyor: “…Paris’te yanıma on beş yaşında bir kız geldi. “Veronique”i izlemiş ve “ruh” diye bir şeyin olduğunu öğrenmiş. Daha önceden bilmiyormuş. Ama artık ruh denen bir şeyin var olduğunu kavramış. Bir yıl boyunca çalışmak, o kadar para, enerji, zaman, sabır harcamak, kendinize eziyet etmek, canınızın çıkması, bütün bunlar, on beş yaşında bir kızın ruh diye bir şeyin var olduğunu anlamasına değerdi.”
Cannes’da, çoğunluğunu Fransız entelektüellerin doldurduğu Grand Lumierre Sinemasında, “Bir Zamanlar Anadolu’da” gösteriliyordu. Filmin ortalarında Neşet Ertaş, Hacı Taşan’ın Allı Turnam’ını söylerken, eşime dönerek fısıldadım: “Bakar mısın dünyanın işine, Hacı Emmi Keskin’den gelmiş de, Fransızlara bozlak dinletiyor.”
Sinema, sadece bu anı yaşamak için bile yapılır bazen.