Doktor arkadaşımın eşi, doğum öncesi istirahatini evde geçirirken, artık 80’li yaşlara gelmiş kayınvalidesiyle, bir süre birlikte ve çok iç içe yaşarlar. Böyle günlerin birinde, yaşlı kadının canı sıkılmasın, daha rahat vakit geçirsin diye laptopa yüklediği filmleri izlettirir ona. Filmleri izleyip bitiren annenin gelinine söyledikleri ise çok ilginç: “Bu çok güzel bir aletmiş kızım, yaşlanınca bundan bir tane de ben alayım, evde film seyrederim.”
Yeni tanıştığı teknolojiden ve onun nimetlerinden pek memnun kalan yaşlı annenin istikbale dair söyledikleri, karanlık bir kuyuya tutulan kocaman bir ışık duygusu uyandırmıştı bende. Yaşlıların ölümle kurduğu bu naif ilişkiyi, ancak yaşlanınca anlayabileceğimiz gerçeğini de unutmadan.

GECE YARISI, ISSIZ BİR TARLADAN GEÇMİŞ GİBİYİM

Babamın hastalığının ilerlediği ve yatağa bağımlı olmaya başladığı günlerde, daha çok, hayat ve ölüm üzerine konuşuyorduk. İşin doğrusu, bu bahisleri özellikle ben açmaya gayret ediyordum. Yakında kaybedeceğimi bildiğim bir insandan, şimdiye kadar edindiği deneyimler ve tespitlerle ilgili bir “yaşam tüyosu” almaya çalışıyordum aslında. Bunca yıldan sonra, paylaşmak istediği bir şeyler olmalıydı, değil mi? Hayata, dünyaya ve yapacaklarıma dair bir şeyler, öneriler, birkaç ipucu belki.
“Baba, “hayatın nasıl geçti” diye sorsalar sana, ne söylerdin mesela, nasıl anlatırdın yaşadıklarını, geçen ömrünü?” diye sormuştum bir gün.
“Gece yarısı, ıssız bir tarladan, tek başıma geçmiş gibiyim oğlum” demişti.
İnsanlığın kaç bin yıldır cebelleştiği “varoluşsal sıkıntıyı”, babamın ağzından bu kadar saf ve katışıksız bir cümle biçiminde duymanın verdiği şaşkınlıkla, öylece bakıp kalmıştım.
Babam, sohbetlerimizin bir yerinde, bir bahaneyle, artık hangi günlük gazetenin hangi saçma köşesinden nasıl bir dikkatle kesip cüzdanına yerleştirdiği bir gazete kupürünü uzatarak sorardı;
“Gördün mü bu haberi?”
Tahmin ettiğim gibi bir haber yine, “Parkinsonun çaresi bulundu!”
“Bunlara inanma baba. Sana anlattım kaç kez. Bu hastalığın çaresi yok. Bak, ilaçların var, onlarla idare edeceksin işte!”
O kadar masum ve içten bir savunmayla konuşurdu ki:
“ Benim derdim hastalık falan değil oğlum. Yaşayacağım kadar yaşadım zaten. Poyraz’ın(Poyraz benim oğlum ve o zamanlar 4 yaşında) sünneti olacak, sonra belki ilerde düğünü. Yemekli toplantılarınız olacak, davetleriniz olacak, oralarda elim titremesin, üzerime yemek dökmeyeyim diye istiyorum. Başka bir derdim yok ki!”
Tarkovski’nin 6 Aralık 1986 tarihinde, ölümünden sadece birkaç hafta önce, Paris’te bir hastane odasında güncesine yazdıkları geliyor aklıma;
”…Bacaklarımı kıpırdatamıyorum. Kollarım da ağrıyor, bir çeşit nevralji gibi bir şey. Düğümlenmiş gibiler. Çok zayıfım. Ölecek miyim? Andruşka’yla (oğlu) sinema ve edebiyat hakkında konuşmalıyım. Ne bildiğini anlamalıyım…”

Evliliğimi sürekli erteleyip, kendimce bahaneler bulmaya çalıştığım yıllarda, “oğlum bir evlen artık. Ben çok yaşlandım. Senin evladını da göreyim, ondan sonra ölsem de olur” diyen babam, ayrılmak zorunda kaldığı bir mekana, geri dönmesinin bahanesi olacak şahsi eşyalarından birini saklar gibi, “bir takım nedenler” bırakıyordu hayatıma dair.

YAPACAK İŞLERİM VAR

Metin Erksan’a bir süre önce teklif ettiğim nehir söyleşi meselesinin, onu şaşırttığını, hatta rahatsız ettiğini anlamıştım.
”Sadece sinema’ya dair değil abi, her şeyi konuşacağız. Buna ihtiyaç var üstelik. Ne düşündüğünüzü, ne söylediğinizi kalıcı hale getirelim” gibi cümlelerimin işe yaramadığını ilk gün anlamıştım, lakin yapacak bir şeyim de yoktu. Önceleri, “tamam” falan dese de sonra ustalıkla unutturdu meseleyi. Hiçbir şey konuşmamışız gibi bir havaya büründü.
Metin Erksan’ın “hayat hikayesini” anlatma konusundaki sıkıntısının nedenini düşündüğümde, onu, “ artık yaşanacak olanlar bitti, şimdi yaşanmışlar sıralanacak” algısının rahatsız ettiğini anlamıştım. Bir süre bu konu aramızda hiç konuşulmadı. Bir akşam, hastalıklar ve tıp üzerine konuştuğumuz bir sırada, belki de kendimi affettirmek için, ”abi, ben sana yüz yaşına kadar ancak garanti verebilirim, lütfen daha fazla ısrar etme. Hekimliği de çok zorlamamak lazım!” dediğimde gözlerinde, hem cümledeki ironiyi fark eden, hem de ona çocukça bir safiyetle inanan duygusunu yakalamıştım. Heyecandan tıkanır gibi konuşmuştu:
“Yahu doktor, müthişsin sen, müthiş. Biliyorsun, fazla yaşamak gibi bir takıntım yok. Yaşayacağım kadar yaşadım işte. Ama, birkaç işim var, onları bitirmeliyim. Birisi bu “Türk Sinema Tarihi” meselesi, bir diğeri de, çok önemli birkaç senaryom var, onları yazmalıyım.”

Cebinden birkaç küçük eşyasını çıkartmış, gizlice divanın altında bir yerlere bırakmaya çalışıyordu Metin Erksan…

BELGESELCİLER BOŞUNA ARAMAZLAR

1973 yılı… Lütfi Akad ve eşi, Şehir Tiyatrolarında bir oyun seyretmeye gidiyorlar. Oyun ara verdiğinde yanlarına, TRT’ de çalıştığını söyleyen genç bir bayan geliyor ve kendini tanıtarak, “Lütfi bey’in belgeselini yapmak istediklerini” söylüyor. Lütfi bey gülerek, “ben daha gencim efendim, siz kendinize belgesel yapacak daha yaşlı birini bulun” diyor. Genç kadın, “Sayın Akad, teklifimi düşünün, sizi tekrar arayacağım” diyerek gidiyor. Hayatının belgesel yapılması önerisine canı sıkılan Lütfi Bey, “Kadının konuşma edasında, “belgeselin yapılmadan ölürsen suç benim değil” gibi bir hava vardı” diyor anılarında.
Belgesel niyetlisi kadın daha sonra birkaç kez daha arayarak not bırakıyor, ama iş sonuçlanmıyor. Aradan iki yıl geçiyor ve 1975 yılında, üstelik bir Haziran günü, Lütfi bey sıkı bir üşütme sonucunda yatağa düşüyor. Ateş, öksürük vs… Yatağa düştüğünün ikinci günü evdeki telefon çalıyor. Telefonu açan eşi biraz sonra kafasını uzatıyor ve:
“ Lütfi, Ankara’dan arıyorlar, o hanım “ diyor.
“Hangi hanım?”
“İşte o belgeselci!”
“Eyvah” diyor Lütfi bey. “Galiba ölüyorum. Yoksa niye arasınlar?”
Ondaki bu tuhaf telaşı gören eşi merak ederek soruyor:
”Kim bunlar Allah aşkına?”
“İşte o belgeselciler”
“İyi de, ne var bunda telaşlanacak?
“Öyle deme, bunlar boşuna aramazlar! Söyle aramasın beni. Niyeti yok, ölmeyecekmiş de. Umudunu kessin benden”

*Neşe Karaböcek’in bir şarkısından.