Rüyana sahip çık, çalmasınlar!
Her zamanki sabahlarımızdan birisi. Annemde bir tatsızlık var ama. Keyifsiz ve yorgun gözüküyor. Punduna getirip soruyorum. “İlaçlarını düzgün alıyor musun sen?”
“Alıyom, alıyom. Bakıcı kız hiç unutturmaz canı sağolasıca. Ama pek yorgunum bugün.”
“Niye?”
“Sabaha kadar gazel topladım köybağından!”
Rüyasında, memleketteki bağımızdan kurumuş yaprak toplamış. Pencereden dışarıya bakıyorum sessizce. Site çalışanları bahçede dökülen yaprakları topluyor. Annemin rüyasındaki yapraklardan daha “gerçek” olmadıklarını iyi bildiğim yaprakları…
RÜYA SATIN ALAN ADAMLAR
Çocukluğumun tuhaf anılarından birisi de mahalledeki çocuklarla birlikte salyangoz topladığımız günlerdir.
Kırkikindi yağmurlarının bozkırda kendisini göstermeye çalıştığı güz günlerinden biriydi. Kasabada bir haber: “Bakkal Kör Mehmet kiloyla salyangoz satın alıyormuş.” Bildiğimiz sümüklüböcek yani!
Okul arkadaşım Yüksel, iki bisküvi arasına lokum konularak yapılan ve adına “takım” denilen çocukluğumun erişilmez tatlısını iştahla yerken, bir yandan da, kaç kilo sümüklüböcekle ne kadar “takım” aldığını anlatıyordu. Yüksel söylüyorsa doğrudur. Kahvede prafa oynayan erkeklerin, elleri koltukaltlarında kocalarını bekleyen kadınların ve kıranda yapacakları mahalle kavgası için taş toplayan çocukların birkaç gündür meselesi aynıydı: Kör Mehmet’in satın aldığı sümüklüböcekler. Salyangoz dolu çuvalların önünde, elinde baskül, ağzında sigarayla dikilen kör bakkalı zaman makinesinden çıkıp gelmiş masum bir korsan gibi hatırlarım bu yüzden.
Torbayla tezek toplamaya alışkındım zaten, hızla salyangoza çevirdim işi. Yağmurdan sonra bağda, bahçede, yol kenarında, pek sık gördüğümüz sümüklüböcekler birden kıymete binmişti. Kör Mehmet’in salyangoz yüklü çuvallarını iki günde bir Kayseri plakalı bir kamyon alıp gidiyordu. Bir süre sonra nedense bitti bu iş. Kör Mehmet tekrar makarna, çaya döndü. Salyangoz işinden bana kalansa, uzunca bir süre ne kadar yıkasam da kurtulamadığım, elimde sümük varmış duygusu oldu.
Eminim aynı duyguları Konyalılar da, Konya’ya rüya toplamaya gelen adamlarla ilk karşılaştıklarında hissetmişlerdir. Evet, 90’lı yıllarda Konya’ya gelen bir grup araştırmacı, her yaştan görüştükleri kadın ve erkeklere gördükleri rüyaları anlattırıyor ve karşılığında para veriyorlardı. Rüyalarını satın alıyorlardı yani!
Gazetede okuduğum bu rüya satın alma haberini, birlikte çalıştığım bir psikolog arkadaşıma anlattığımda, nedense hiç şaşırmadı. Biraz yüzüme baktıktan sonra da son birkaç aydır yaptığı işten bahsetti. Anlattıklarından anladığım, bu da bir başka rüya satın alma işiydi aslında. Bir grup psikolog piyasada bilinen bir araba markası adına yüzlerce denekle konuşuyor, onlara hayallerini anlattırıyorlarmış. Asıl dertleri de, onlar için ideal araba hayalinin ne olduğunu ortaya çıkartmakmış. Anlaşılan,Türkler ucuz ama pahalı zannedilen, küçük ama gösterişli, spor gibi gözükse de haşmetli bir araba hayal ediyorlarmış. Arkadaşım, “tüketici algısı işte” diyerek bitirmişti sohbeti.
RÜYANIN SAHİBİ
Rüya satın alma işinin de bir geçmişi var ama. Abdülhamit’in sadrazamlarından Cevat Paşa çocuk yaşlardan beri bir şeyhin dergâhına gidermiş. Bir gün dergahta şeyhin yanına bir demirci esnafı gelir. Gördüğü bir rüyayı anlatarak şeyhten yorumlamasını ister. Rüyayı dinleyen şeyh Cevat’a dönerek:
“İki mecidiyen var mı?” diye sorar. Cevat, cebinden iki mecidiye çıkararak verir. Bunun üzerine şeyh, adama: “Rüyanı iki mecidiyeye bu çocuğa satar mısın?” deyince, adam şaşırsa da kabul eder ve parayı alarak gider. Adamın ardından şeyh: “Oğlum, bu rüya sadrazamlık rüyasıdır. O yüzden henüz rüyanın sahibi o iken rüyayı tabir etmedim. Şimdi rüya senin olduğuna göre mesele kalmadı. Demirciden sadrazam yapacak değiliz ya, değil mi!” der.
GERÇEK BİLİNÇ, BİLİNÇDIŞIDIR
Sadrazamın hikayesi, “yorumlanmamış rüya okunmamış mektup gibidir” diyen Jung’u haklı çıkarıyor. Jung’a göre yaşanan hiçbir şey psişe içinde yok olmaz. Onlar, bilincin yaratıcı kaynağıdırlar ve kendilerini sembolik olarak rüyalarda ifade ederler. Rüyalarımız ise, arzu ve isteklerimizin yanı sıra korkularımızı, geleceğe dönük planlarımızı ve kehanetlerimizi de içeren büyülü zamanlardır.
“Rüyalarımızda başka bir dünya gördük” diyor Marcos. “Şu anda yaşadığımızdan daha adil ve dürüst bir dünya. Bu dünyada ordulara gerek duyulmadığını; barış, adalet ve özgürlüğe hasret kalınmadığını ve ekmek, kuş, hava, su, kitap, ses gibi olağan şeyler kabul edildiğini gördük.”
Marcos’la aynı rüyayı görüyoruz. Rüyasını gördüğümüz dünyada mantık ve iyi niyet hakim. Yöneticiler zalim, yalancı ve hırsız değil.
Afrika’da “yalanı” bilmeyen kabileler yaşadığını biliyor musunuz? Antropologlar, anlatmaya çalışmışlarsa da, yerliler bir türlü anlayamamışlar “yalan” kelimesinin neyi ifade ettiğini.
Yeni Gine’nin iç kısımlarında yaşayan halklar, futbol oynarken, iki takımdan birinin galibiyeti yerine iki takımın da galibiyet ve mağlubiyet sayısı eşit oluncaya kadar maç yapmaya devam ediyorlarmış. Oyun bizdeki gibi bir taraf galip gelince değil, iki tarafın da mağlup olmadığı kesinleşince sona eriyormuş.
Yıl sonunda sahip oldukları her şeyi yakıp yok ederek, biriktirmenin ve sahip olmanın zehirleyici etkisinden kurtulmayı seçen toplulukların hala var olduğunu da unutmayalım.
Yılmaz Güney lise yıllarında film bobinlerinin taşıyıcılığını yapıyor, kasaba kasaba dolaşıp film gösteriyordu. Gittiği yerlerde arıza yapan film makinelerini onarıyor, makinist bulunmadığı zaman filmi gösteriyordu. O günlerden bir arkadaşı anlatıyor. “Maraş’taydık. Gösterilen film çok eskiydi. Bazı bölümleri yoktu. Anlaşılmaz biçimde kopuktu. Yılmaz, sahneye çıkıyor, bulunmayan bölümlerde neler olduğunu seyirciye anlatıyor, sonra devam etmesi için makiniste işaret veriyordu. Film kaldığı yerden devam ediyordu…”
Kopan yerlerimizi anlatalım birbirimize. Anılarımız ve düşlerimiz yanı başımızda çünkü.
Şeyhin rüya satın aldığı bir gelenek var ülkemizde. Korkusu, demircinin sadrazam olması!
“İktidar kendisini ancak bizim rüyalarımız aracılığıyla yeniden üretebilir. İktidarın bize hâkim olabilmesi için arzularımıza sızması gerekir.” Hırsızların, eğer biz istemezsek çalamayacakları tek şey rüyalarımızdır.
Dünyaya sahip olmak için düşlerimiz yeter. Dünyanın en büyük gezginlerinden James Colman bir kördü ve sorulduğunda, “ben ayaklarımla görüyorum” diyordu.
Düşlerimize ve kendimize inanmaktan vazgeçmeyelim.
Alıntılar:
*Eduardo Galeano,”Aynalar” (Sel, 2010)
*Ahmet Kahraman, “Y. Güney Efsanesi”(Doruk, 1997)
*Subcomandante Marcos,”Sözümüz Silahımızdır”(Bakış,2011)
*S.Zizek
*M.S.Şimşek, www.sosyalokulu.com